[12-13 Kasım 2022] Prag’da yazmış (ısrarla Pırağ diyor). Tarihi 26 Nisan 958 diye atmış. Başlığı “Slavya Kahvesinde Şair Dostum Tavfer’le Yârenlik.”
1958, Nâzım’ın Doğu Avrupa’da çok gezdiği bir yıl. Polonya, Çekoslovakya, Doğu Almanya, Romanya, Bulgaristan… Zamanın “halk demokrasileri” (yani, bekçiliğini Sovyet ordularının yaptığı komünist tek parti diktatörlükleri). Nâzım sosyalizm adına övgüler döşüyor hepsine. Bir yandan da memleketini, İstanbul’u özlüyor deli gibi. Bu karmaşadan kâh ince kâh çok kaba, kâh derin kâh yavan, kâh benzersiz kâh klişelerden ibaret, kâh dahiyane kâh alelâde, kâh ölümsüz kâh zamana dayanıksız şiirler doğuyor. Sanat ve propaganda. Bütün bu çelişkiler başka bir konu. Belki ayrıca çalışır, anlatırım.
“Tavfer’le Yârenlik” şiiri ortalarda bir yerde. Sahne geliyor gözümün önüne. İki adam, bir kahve, bir nehir. Sâkin, sıradan, gündelik bir konuşma diliyle başlıyor. Havadan sudan. Hattâ hafif tutuk ve eğreti. Dilleri yavaşça çözülüyor. Sohbet genişliyor ve birden patlıyor, yukarıya aldığım dizelerle. Sonra tekrar sönüyor. Utanmışlar mı bu kadar duygulanmaktan? Rutin geri geliyor. İki yalnız, dertli ihtiyar yanyana yürüyor sanki. Lejyonerler Köprüsü’ne gidelim Tavfer, / martı kuşlarına ekmek verelim.
Sırf şairlik mi zor ve kanlı bir zanaat? Sadece şairler mi yiyor ve yediriyor yüreklerini? Tarihçilik, gerçek tarihçilik de öyle değil mi? Ya da öyle olması gerekmiyor mu?
Tarihin edebiyattan farksız olduğunu iddia etmeyeceğim kuşkusuz. Böyle bir postmodernizm bana çok fazla gelir. Postmodernist uyarı ve eleştirilerin, 19. yüzyıl tarzı kibirli ve bilimperest (scientistic) modernistlerin haddini bildirmesinden memnunum. Tahayyülümüzün ufuklarını genişletmesinden memnunum. Tarihi kuruluk ve sıkıcılıktan kurtarıp okunabilir kılmasından memnunum. Bu anlamda, çok şey öğrendim ve öğreniyorum postmodernizmden.
Öte yandan, metodolojik açıdan, reformdan geçmiş, kendini reforma tâbi tutmuş bir modernistim (a reformed modernist). Öyle olmayı sürdürüyorum. Çünkü gerçeğe ilişkin tavır tâyin edici. Felsefî planda, objektif gerçek diye bir şey var mı, yok mu? Geçmişin gerçeği diye bir şey, var mı yok mu? Biz belki hiçbir zaman tam olarak yakalayamayız o gerçekliği. Yüzde yüz, eksiksiz, hatâsız giremeyiz içine. Ancak asimtotik biçimde (bir hiperbola eğrisinin her iki parçasının, dikey ve yatay eksenleriyle arasındaki mesafenin habire azalması ama hiç kesişmemeleri gibi), bir yanıyla ufak ufak, bir yanıyla her kuşağın denemelerinde biraz daha zenginleşerek yaklaşabiliriz. Önemli olan, gerçeği aramaktan, gerçeğin peşine düşmekten vazgeçmemektir. Bu giderse, Marc Bloch’un tarihçinin zanaatı dediği şey de gider (Le métier d’historien, The Historian’s Craft). Nâzım’ın da sevdiği, olabilecek en iyi Ortaçağ anlamıyla tarihçiler loncası da gider. Bağlayıcı meslek ahlâkı diye bir şey kalmaz tarihçiliğin.
Fakat madalyonun diğer yüzünde, tarih ile edebiyat arasında tabii büyük bir yakınlık da söz konusu. Şiir ve genel olarak edebiyat da, tarih de insanın peşinde. Günümüz tarihçileri “tarih felsefesi” kokan böyle büyük lâflardan pek hoşlanmasa da, insanların sırlarının, onlardan giderek insanlığın sırrının peşinde. Sanat gibi o da (tarih de) somut insanlıklardan, insanî varoluşlardan) hareketle, yer yer insanın özüne dokunuyor. Elleriyle, el yordamıyla yokluyor. Yerelden ve tikelden evrensele tırmanmaya çalışıyor. Ve bu, dürüst araştırmacılık kadar, önemli bir kültürel birikime ve duygusal zekâya da ihtiyaç gösteriyor. Edebiyatçılar, tarihçileri bağlayan veri ve delil koşullarıyla bağlı değil kuşkusuz. Ama bazen, belki bu sayede, tarihçilerin asla yazamayacağı (yazmamaları gereken) şeyleri yazıp, bütün bir geçmiş âlemi bizim için daha iyi canlandırabiliyorlar. 19. yüzyılın burjuva Fransa’sına en iyi Balzac ayna tutuyor. Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı’sı da buna, edebiyatın bu gücüne çağdaş bir örnek. Hangi akademik (titiz, dikkatli, ölçülü, ihtiyatlı) tarihçi, bizi Osmanlı kitap sanatlarının ve minyatürcülerinin yaşamına öyle sokabilir? Cüret ve tahayyül gerektiriyor. İşin bu yönünden, tahayyül ve duygusal zekâ yönünden, tarihçilerin de ders çıkarmasını zorunlu kılıyor.
Zor, gerçekten. Bunların hepsi, “yüreğini yeme ve yedirme” kapasitesinin bir parçası. Ve bazen bu zorluk, bu (mecazî anlamda) kanlılık, Theodor Mommsen’de olduğu gibi, tarihçinin kendi hayatına da yansıyor. Tarihçinin mesleği ile hayatı; bir birey, bir insan, bir vatandaş olarak düşünsel ve siyasal tercihleri çakışıyor, üstüste biniyor. İlkçağ ve Yunan-Roma klasiklerinin en ünlü uzmanı, üç ciltlik Römische Geschichte (Roma Tarihi) ve diğer eserleri temelinde 1902 Nobel Edebiyat Ödülü’ne (yanlış okumadınız; Edebiyat Nobeli’ne) lâyık görülen, gerçekten büyük aydın ve âlim Mommsen örneğinde (yukarıda sağda), böyle en seçkin tarihçiler dahil, 19. yüzyılın Alman “ılımlı liberal”lerinin trajedisi somutlanıyor. Bismarck’ın (yukarıda solda) başını çektiği, yükselen ve muzaffer “kan ve demir” milliyetçiliği karşısında bocalayışları, sürüklenişleri, secde edişleri – veya, namusunu koruyanlar için, uğradıkları feci hayalkırıklığı somutlanıyor.
Nasıl? Anlatacağım.