Ekonomik küreselleşmenin birinci ve belki de en önemli kaynağı ulaşım teknolojisinde son 150 yıl içinde meydana gelen baş döndürücü gelişmeler olmuştur. Deniz nakliyesinde yelkenden buhara geçiş, deniz altı telgraf kablolarının döşenmesiyle aşağı yukarı eş zamanlı olmuş ve ticaretin patlamasına yol açmıştır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde dünyanın nerede ise tek bir pazara dönüştüğü söylenebilir. Altın standartı çoğu ülkede geçerli olduğu, basılan paraların ağırlığı ve altın içeriği belli başlı ülkelerde uyumlaştırıldığı için ödemelerde sıkıntı yoktu. Örneğin bugün ülkemizde basılan Cumhuriyet altınları ebat, ayar ve hatta nominal değer olarak Tanzimat döneminden bu yana İngiliz altınlarıyla eşleştirilmiştir. Değişen tek şey paraların üzerindeki figürler ve yazılar olmuştur. Mal ticaretinde gümrük vergileri sıfıra yakındı. Pasaport kullanılmadığı gibi seyahat ve göç özgürlüğü sınırsızdı. Teknolojinin çizdiği sınırlar çerçevesinde dünya gerçekten küreselleşmişti.
Bu durum Birinci Dünya Savaşı ile birlikte sona erdi. Savaşta zaten altın tedavülden kalktı, yerini kağıt para aldı, savaş sırasında ve sonrasında ülkeden ülkeye oranı değişse de şiddetli enflasyon dalgaları altının sağladığı istikrarın yerini aldı. Enflasyon ve ödemeler dengesi bozulmalarına karşı özellikle Avrupa ülkelerinde ve ABD’de korumacı politikalar uygulandı. Seyahat özgürlükleri de kısıtlandı. Bu tür uygulamalar 1929 büyük buhranına yol açtı. İkinci Dünya Savaşına kadar devam eden ekonomik buhran savaşın önemli nedenlerinden birisi olarak da görülür.
Savaştan sonra 1914 öncesi tamamen açık bir düzene dönmek, savaşın yol açtığı yıkımdan dolayı mümkün değildi. Onun yerine ve Soğuk Savaşın yarattığı iki kutuplu dünyanın en azından batısında geçerli olmak üzere hukuka ve kademeli bir serbestleşmeye dayalı bir düzen kuruldu. Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası gibi ABD önderliğinde kurulan yeni örgütler hem ekonomik kalkınmayı hem de parasal istikrarı sağlamak için dizayn edilmişti. Ticaretin serbest değilse de öngörülebilir ve istikrarlı kurallar çerçevesinde yürütülmesini ve tarifelerin müzakere yoluyla düşürülerek karşılaştığı engellerin kademeli olarak indirilmesini sağlamak amacıyla sonradan Dünya Ticaret Örgütüne (DTÖ) dönüşecek Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) kuruldu.
Bu dönemde Batı dünyası uzun bir süredir görülmemiş düzeyde ve süratte kalkındı. Dış ticaret kalkınmanın motoruydu. Dünya ticaret hacmi artarken ekonomik kalkınmayı da peşinden sürüklüyordu. Bunlar olurken sistemin dışında kalan Çin ile Sovyetler Birliği yerinde sayıyordu. Kapalı ekonomi uygulamalarıyla Batı dünyasının zenginleşmesinden pay alamıyorlardı. Bu sisteme uyabilen gelişme yolundaki ülkeler -mesela Güney Kore- hızlı bir şekilde kalkınıyor, yarı kapalı ekonomiyi tercih eden Türkiye gibi ülkeler ise zemin kaybediyordu. Ancak o dönem için gerçek bir küreselleşmenin mevcut olduğu söylenemez.
1990’lı yıllarda Sovyet blokunun çökmesinin ardından Çin ile Vietnam gibi kağıt üstünde dahi olsa sosyalist siyasi rejimlere sahip olan ülkelerde bile dünya ekonomisiyle bütünleşme arzusu baş gösterince gerçek bir küreselleşmeye gidildiği söylenebilir. IMF, Dünya Bankası, DTÖ gibi örgütler eski Doğu bloku üyeleri ile Çin, Vietnam gibi ülkeleri de içine aldı, dünya ekonomisi tam anlamıyla kapsayıcı bir şekil aldı.
Bu dönemde büyük bir iyimserliğin her tarafa hâkim olduğu görüldü. Ekonomik bağımlılığın beraberinde siyasi bağımlılığı da getireceği, Şansölye Merkel’in sık sık telaffuz ettiği “ticaret yoluyla değişim” sloganı gerçekten uygulanabilir gibi geldi. Gerek Çin’in gerek Rusya’nın oyunu kurallarına göre oynayacakları beklentisi büyük bir safdillikle hâkim oldu. O dönemde ticaretin mümkün olduğu kadar serbestleşmesi gayretleri hız kesmeden güç kazandı. Üye sayısı 160’ları bulan ve kararlarını oy birliğiyle alma mecburiyetinden dolayı iyice hantallaşan DTÖ tıkanmaya başlayınca bölgesel anlaşmalara yönelindi. AB ile ABD Transatlantik serbest ticaret anlaşmasını müzakereye başladı. Pasifik bölgesinde de esas amacı Çin’i dışarıda tutmak olan benzer bir oluşum yaratma yoluna gidildi.
Ancak bu serbestleşme rüzgârı çok uzun sürmedi. Çin’in özellikle fikri mülkiyet hırsızlığı, yabancı sermayeyi kısıtlama gayretleri, Şi Jinping’in 2012’de başa geçmesinden sonra önceki yöneticilerin 30 yıldır sürdürdükleri kısmi liberal ekonomik politikaları tersine çevirmesi ve devlet ağırlıklı rekabet karşıtı bir sisteme geçmesi, Putin’in özellikle ekonomik bağımlılığı siyasi avantaja çevirmek arzusuyla enerjiyi bir silah olarak görmeye başlamış olması gibi gelişmeler işin tadını kaçırmaya başlamıştı. Donald Trump’ın 2016 yılında Başkan seçilmesi, ABD’nin de küresel ekonomi önderliği rolünü terk etmesine yol açtı. Trump, seleflerinin başlattığı bölgesel serbest ticaret anlaşması müzakerelerini durdurdu. İlk kurulduğundan bu yana tüm ABD Başkanlarının siyasi desteğine sahip olan AB’yi bir düşman olarak niteledi. DTÖ’nün en büyük işlevlerinden biri olan ticari ihtilafların çözümlenmesi mekanizmasının ABD menfaatlerine aykırı bir şekilde çalıştığını gerçek dışı bir şekilde iddia ederek bu mekanizmayı kilitledi.
Ne yazık ki yerine gelen Biden da çok farklı bir çizgi takip etmedi. Bölgesel serbest ticaret anlaşmaları müzakereleri Biden zamanında tekrar başlamadı. Aslında Demokrat Partili siyasetçiler ezeli olarak korumacı reflekslere sahiptirler. Rekabet kapasitesi kalmamış sanayilerin bir dönüşümden geçmesini, çalışanlarının yeni dallara yönelmesini kolaylaştıracak programlar geliştirmek yerine bu sanayi dallarını rekabetten korumayı tercih etmesi bu açıdan olumsuz bir gelişme teşkil etmiştir. Umulanın aksine Biden yönetimi DTÖ’ye arka çıkmamış, örneğin ihtilafların çözümlenmesi mekanizmasının kilidini açmamıştır.
Covid-19 krizi ve üstüne gelen Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı bütün bu olumsuz gelişmelere tuz biber ekti denebilir. Pandemi başladığında, dünya ekonomisinde çok sert bir frene basılmıştır. Krizin başladığı 2020 ilk çeyreğinden sonra dünya ticareti %5,3 oranında, dünya ekonomisi de %3.8 oranında daralmıştır. Ulaşım hatlarının virüsten dolayı kopması tedarik zincirlerine de büyük zarar vermiştir. ÇHC yönetiminin pandemi ile mücadelesi sırasında Batıda geliştirilmiş aktif aşılarla nüfusun en azından en tehlike altındaki bölümlerini aşılamak yerine kapanma yolunu tercih etmesi de Çinli üreticilere güvenen sanayiler için büyük bir darbe teşkil etmiştir. Özellikle sanayi dallarının büyük bir bölümünde vazgeçilmez bir girdi olan mikroçiplerin özellikle Avrupa ve ABD için vazgeçilmez tedarikçisi Tayvan’a Çin’in savurduğu tehditler, Çin’in ABD ve kısmen AB ülkeleri için güvenilir ortak hüviyetini kaybetmesine yol açtı. Örneğin gerek ABD, gerek AB kendi mikroçip üretimlerini teşvik etme yoluna gitmişler, ancak uzun yıllardan beri terk edilmiş olan devlet yardımlarıyla rekabetçi gücü olmayan sanayi dallarını kurarken, DTÖ kurallarını çiğneme riskiyle karşı karşıya kalmışlardır. Örneğin 2008 banka krizinden sonra ve pandemi boyunca tüm gelişmiş ülkelerde takip edilen nerede ise sınırsız para basma politikasının kısmen de olsa yol açtığı uzun bir süreden beri görülmemiş düzeye ulaşan enflasyon ile mücadele için faiz arttırmaktan başka ABD bir Enflasyonu Azaltma Kanunu kabul etmiş ve bu kanundan yararlanacak yüksek teknoloji dallarına ABD kökenli girdileri kullanma zorunluluğunu getirmiştir. Bu gelişme DTÖ’nün en temel kurallarına aykırı olup, başta Fransa olmak üzere AB ülkelerinin tepkisine yol açmıştır. Ancak Biden yönetiminin bu konuda geri adım atacağına ilişkin bir işaret görmüyorum.
Oysa yukarıda izah etmeye çalıştığım şekilde DTÖ küreselleşmenin hukuki dayanağını teşkil etmek üzere kurulmuştu. Ticaretin belirgin, anlaşılır, istikrarlı kurallar çerçevesinde yürütülmesi tüm taraf ülkelerin çıkarına uygun görüldüğü için özellikle Soğuk Savaş sonrasında üye sayısı 75’lerden 160’lara çıkmıştır. Benim de uzun yıllar sekretaryasında çalıştığım, daha sonra da büyükelçi sıfatıyla ülkemizi temsil ettiğim bu teşkilatın artık tamamen kenara itildiğini görmekten mutluluk duyduğumu söyleyemem.
Diyebilirim ki içinde çalıştığım uluslararası örgütlere uğur getirmedim. Dört yıl Konferans başkanlığı, iki yıl da Genel Sekreter yardımcılığı yaptığım Enerji Şartı adlı uluslararası örgütün adı konunun uzmanları dışında Türkiye’de pek duyulmamıştır. DTÖ’nün enerji alanındaki karşıtı ve özellikle yabancı yatırımları koruyan, Türkiye’nin 50 kadar başka ülkeyle birlikte üyesi bulunduğu bu örgütün en önemli özelliği yabancı şirketlerin yatırım yaptıkları ülkeleri bu yatırımları korumadıkları gerekçesiyle tahkime götürme imkânı sağlamasıdır. Türk şirketleri de özellikle Orta Asya’daki yatırımlardan dolayı bu imkândan yararlanmıştır. Enerji Şartının sağladığı koruma sayesinde yatırımlar güvence altına alınmış, keyfi ve tazminat ödenmeksizin yapılan devletleştirmelere kapı kapanmıştır.
Ancak DTÖ’nün karşılaştığı sıkıntıdan Enerji Şartı da nasibini almıştır. İklim değişikliğine karşı mücadele ortamında özellikle fosil yakıtla çalışan enerji santrallerine sağlanan korumanın bu mücadeleye zarar vereceği iddiasıyla hareket eden aktivistler Şarta karşı tavır almışlardır. Neticede AB ülkelerinin bazıları Şarttan çekilmeye başlamışlardır. Muhtemelen başkaları da onları takip edecektir.
DTÖ ile Enerji Şartının rağbetten düşmekte olmalarının hukuk kurallarına dayalı uluslararası ekonomik yapıya sekte indirdiği ve küreselleşmeye karşı bir engel oluşturduğu açıktır. Dolayısıyla küreselleşme hem Çin ile Rusya gibi totaliter yapılı ülkelerin, hem de şimdiye kadar hukuk kurallarına sadık kalmış olan demokrasilerin indirdiği darbelerin tehdidi altındadır. Küreselleşmenin bu yeni sınamanın altından nasıl kalkacağını zaman gösterecektir. Ancak ABD’nin ve bir ölçüde Batının Çin’i birlikte çalışılabilecek bir ortak olarak görmekten ziyade hem askeri hem ekonomik açıdan tehlikeli bir rakip olarak görmeye başlamaları ve mevcut karşılıklı bağımlılığa son vermeye hazırlanmaları ilerisi için iyimser olunmasını güçleştirmektedir.