Dünya Kupasındaki 32 ülkenin kadrolarında yer alan 830 futbolcunun 159’u İngiltere takımlarında forma giyiyor.
Dünya Kupası, istatistikler… Filan. Aperatifler pek de iştah açıcı gibi görünmeyebilir. Ancak ana yemeğin —sizin damak zevkinize uyup uymayacağını bilemesem de— çok başka bir lezzette olacağını garanti edebilirim.
Şimdi devam edeyim. İngiltere’nin neredeyse kırk ayrı takımında forma giyiyor bu oyuncular. Yani sadece en üst ligde değil, onun bir altındaki İngiltere liginde (Championship) bile onlarca futbolcu oynuyor. İspanya liglerinde 86, Almanya liglerinde 80 Dünya Kupası oyuncusunun yer aldığı düşünülürse, İngiltere’nin hâkimiyetinin mutlaklığı belirginleşiyor. Neredeyse kendisini takip eden iki ligin toplamı kadar oyuncuya ev sahipliği yapıyor İngiliz ligleri.
Ne anlıyoruz? Dünya Kupasında mücadele etmek için girilen uzun soluklu mücadeleden başarıyla çıkmış 31 ülkenin (Katar mücadeleye girmeden, ev sahibi olarak katılıyor) milli takımlarının kadrolarında yer alan oyuncuların neredeyse beşte biri İngiltere’de futbol oynuyor. Başarılı ülkelerin başarılı oyuncularının yarıdan fazlası, beş ülkenin, İngiltere, İspanya, Almanya, İtalya ve Fransa’nın liglerinde birbirleriyle yarışıyorlar. Ne müthiş bir eşitsizlik…
Tekrarda fayda olduğunu düşünüyorum, 830 futbolcunun 450’si (% 54) beş ülkenin liglerinde oynuyor. Bu büyük bir eşitsizlik. O 450 oyuncunun 159’u (% 35) İngiltere liglerinde oynuyor. Eşitsizlikten aslan payını almış olanların arasında da muazzam bir eşitsizlik var yani. Üstelik verimli yıllarını İngiltere liglerinde geçirmiş, sonra dünyanın başka liglerine dağılmış olanları da hesaba katacak olursak, İngiltere liglerinin hâkimiyeti iyiden iyiye büyüyor.
Yepyeni, görülmemiş bir şeye işaret etmiyorum. Gelir durumundan sanata, üniversitelerin kalitesinden şehirlerin baştan çıkarıcılığına kadar hemen her alanda şahit olduğumuz bir halin futboldaki tezahürlerinden sadece birinden söz ediyorum, farkındasınız. Mesela futbolcuların gelirlerinin bir analizini yapsak, yine benzer bir desenle karşılaşacağız. Futbolcuların son derece sınırlı bir bölümü aslan payını alıyor ama onların arasındaki bir kaçı, o aslan payını alanların bile hayal edemeyeceği kadar çok kazanıyor.
Ancak bu durum, başka bir hadiseye paralel olarak gelişiyor. Mesela yüzlerce Japon futbolcu, sadece İngiltere, İspanya, Almanya gibi ülkelerin değil, Finlandiya’nın, Litvanya’nın, Arnavutluk’un liglerinde bile oynuyor. Bundan otuz yıl önce durum böyle değildi. Futbola meraklı bir Japon gencinin hayalleri, Japonya futbolunu yönetenlerin ufku, vizyonu ve kabiliyetleriyle sınırlıydı. O vizyon ve kabiliyetler Japonya futbol ligini dünyanın ilgi çeken bir ligi haline getirmeye kâfi gelmediği için, kâfi gelmediği sürece, ne kadar yetenekli olursa olsun, bir Japon futbolcunun dünya yıldızı olma şansı yoktu. Japonya liginin ekonomisi son derece yetersiz kaldığı/kalacağı için de, şimdi kazandığı/kazanabileceği gelirleri hayal etme şansı da yoktu. Dolayısıyla futbol, Avrupalı ve Latin Amerikalı gençlerin arasında oynanan bir oyundan ibaretti. Ne muazzam bir eşitsizlik…
Japonya’da, Gana’da veya Mısır’da doğmuş olanların kurabilecekleri hayaller, Brezilya’da, Hollanda’da, Portekiz’de doğmuş olanlara kıyasla çok farklıydı. Brezilya’da doğan bir çocuğun futbol vasıtasıyla kendi potansiyelini gerçekleştirme imkânı, Japonya’da doğmuş olana kıyasla hâlâ çok yüksek. Ama Japonya’da da artık hayal kurmak mümkün.
Hayal kurma imkânını önemsiyorum. Sosyolojik olarak sınıf kavramı, bugün ayağa düşmüş ve yerli yersiz kullanılıyor olsa da, benim anladığım kadarıyla esasen, hayallerin sınırlarına işaret eder. Milli Piyangodan büyük ikramiye çıktığında ancak “soğanın cücüğünü yemeyi” hayal edilebilenler, Porsche almayı hayal edebilenlerden farklı sınıflara mensuptur. Ailesinin geliri son derece yetersiz olsa da parasız yatılı imtihanında başarı kazanıp iyi bir okulda okuyup Bill Gates olma hayali kurulabiliyorsa, kurulamayan bir toplumdan mahiyet olarak farklı bir toplumdan söz ediliyor demektir. Premier ligde forma giyen her Japon futbolcu, birçok Japon çocuğun hayallerinin sınırlarını ittirmesine katkı sağlar. Dolayısıyla Brezilya ile Japonya arasındaki Japonya aleyhine olan eşitsizliği yumuşatır.
Ve bu da bizi başka bir paradoksa getiriyor. Brezilya ile Japonya’yı mukayese edersek, coğrafi olarak birincisi ikincisinden hemen her anlamda daha imkânlı. Sosyolojik olarak da öyle olması beklenir. Ancak iktisadi olarak durum bariz bir biçimde Japonya’nın lehine. Brezilyalı çocukların pek çoğu için neredeyse biricik “hayata tutunma ipi”, futbol. Japon çocuklarının Brezilyalı akranlarına kıyasla o kadar çeşitli imkânları varken futbola da ortak olması, bir eşitsizliği yumuşatırken bir başkasını körüklemiyor mu?
Öyle oluyor.
1960’lara kadar, zengin ülkelerde bile kadınların tıp okuması nadir rastlanan bir şeydi. Dolayısıyla erkekler hekim, kadınlar hemşire oluyordu. Erkek hekimlerin önemli bir bölümü kadın hemşirelerle evleniyorlardı. Cinsiyetler arasında bir eşitsizlik vardı, yumuşadı, zamanla ortadan kalktı. Bugün bütün dünyada erkek hekimler ile kadın hekimlerin arasındaki evlilikler olağanüstü yaygınlaştı. Neticede, nispeten yüksek gelirli hekimler kendi aralarında evlendiklerinden, ailelerin gelir dağılımını bozan ekstra bir faktör ortaya çıkmış oldu.
Bir eşitsizliği yumuşatan veya ortadan kaldıran herhangi bir müdahale veya gelişme, neredeyse istisnasız olarak bir başka eşitsizliği doğuruyor veya körüklüyor. Kendisine neredeyse koro halinde ve ağız dolusu sövülen ve neoliberalizm olarak adlandırılan 1980 sonrası küreselleşme döneminde, dünya genelinde ülkeler arası eşitsizlikler olağanüstü boyutta yumuşadı. 1980’de Türkiye’de gençliğini yaşayan biri pekâlâ hatırlar ki, markalı bir spor ayakkabısı veya bir blucin bile kolay erişilebilir bir şey değildi. Sosyal veya iktisadi statünüzden bağımsız bir mahrumiyetten söz ediyorum. Durum Türkiye’ye has değildi, Avrupa ve Kuzey Amerika dışındaki bütün ülkelerde hayallerin çok yakın sınırları vardı. Bugünün Türkiye’sinde tablo öyle değil.
Neoliberalizm güzellemesi yapma gibi bir derdim yok. İşaret etmek istediğim husus, ne kadar nüanssız konuşuyor ve düşünüyor olduğumuz. Mesela eşitsizlik derken esasen nasıl bir olgudan söz ediyor olduğumuzun farkında olmamamızdan veya onun nüanslarını önemsemememizden şikâyetçiyim. 1980 sonrasındaki dönemde hemen bütün dünyada ülke içi eşitsizlikler arttı ama ülkeler arası eşitsizlikler azaldı. Ülke içindeki hayal kurma imkânlarının dağılımı daha eşit, o hayalleri gerçekleştirme istatistikleri daha eşitsiz hal aldı. Böyle sayısız kırılımı var eşitsizlik denen hadisenin ama hepsi görmezden geliniyor. Hep artan, her kulvarda artan bir şey varmış gibi konuşuluyor.
Başlangıçta söz verdiğim gibi, futboldan başladım ama sizi alakasız yerlere sürükledim. Esasen başlangıçta söz ettiğim istatistiklerin bize sordurması gereken başka birçok soru var. Yazıyı daha da uzatmamak için onları da haftaya erteleyeyim. Nasılsa Dünya Kupası devam ediyor olacak.