Bu dizinin ilk iki yazısında Uludere katliamında ‘Milletin Adamı’ Erdoğan’ın askerlere verdiği beklenmedik ve şaşırtıcı desteği Erdoğan-devlet yakınlaşmasının (bugün artık ‘ittifakının’ demeliyiz) ‘nüve’si olarak ele almış, Erdoğan’ın, 10 yıldır kendisini boğmak isteyen bir güce karşı sergilediği şefkatin nedenleri üzerinde durmuştum.
İkinci yazı, son bölümüyle bugünkü yazıya şöyle bağlanıyordu:
“(…) Fakat sonra, malum, AK Parti dümeni yeniden kırdı, Çözüm Süreci’ni başlattı ve bu da -yine otomatik bir biçimde- devletten uzaklaşma anlamına geldi.
“‘Devlet’le ‘millet’ arasındaki bu kararsız gelgit, Erdoğan’da büyük bir endişeye yol açan iki büyük olaydan sonra bir daha geri dönmemek üzere ‘devlet’ten yana kararlı bir hale geldi. Bu olaylar, Gezi (2013) ve 17-25 Aralık’tı (2013).”
Evet, 2013’ün ortasına ve sonuna rastlayan iki büyük olay Başbakan Erdoğan üzerinde travmatik bir etkiye yol açtı. Her ikisinde de iktidarının sallandığını gördü ve (benim hipotezim), o yılın bitiminde devlete ve devletle ittifak fikrine bambaşka bir nazarla bakmaya başladı.
Gezi: Çığlık atanları duysaydı taş atanlardan o kadar korkmazdı
“Ben ne yapıyorsam halkımı sevdiğim için yapıyorum.” (Erdoğan’ın, Gezi öncesindeki aylarda yapıp ettiklerini savunurken söylediği bir söz.)
“Bir gazeteci Başbakan’a soru sordu diye insanlar sevinçten çıldırıyor ve siz bize hâlâ neden direniş başlattığımızı mı soruyorsunuz?” (Hakan Demir adlı Twitter kullanıcısı kendi nazarından Gezi direnişine katılmasının gerekçesini anlatıyor).
Bence şu aktardığım iki cümle, Gezi olaylarının nasıl bir atmosferde patlak verdiğini anlamamıza yarayan bir anahtar kıymetinde.
Erdoğan, ‘halkında’, özellikle de gençlerde sinirlilik ve öfke yaratan uygulamalarını “halkımı sevdiğim için” diye savunurken samimiydi. Ataerkil zihniyet sahibi, yönettiklerinin iyiliğine olduğu hususunda kuşku duymadığı kararlarının karşılığında “şükran” duygusu bekler. Bu olmayınca, hele hele tam tersine itirazla karşılaşınca da çıldırır. Ataerkil zihniyetli aile ve topluluk reisleri kendisinden talepte bulunulmasından hoşlanmaz. Mottoları “talep etme vermem, istemezsen verebilirim”dir.
İşte böyle bir zihniyet ve ruh hali içinde Erdoğan, tercihlerine saygı gösterilmesini isteyen, ‘bunaldık’ diye çığlık atan gençleri anlayamadı, iktidarını kaybetme korkusuyla Gezi’ye cephe savaşı açtı ve zaten o süreçte de Gezi çığlık atanlardan ‘çalındı’, taş atanların eline geçti. (Gezi’nin ‘çalınmadan’ önceki hali için yazdıklarıma inanmaya devam ediyorum: “’Gezi ruhu’, kendi ahlaki doğrusunu, toplumsal tahayyülünü ve gündelik yaşam tercihini başkalarına zorla benimsetmek istiyormuş algısını yaratacak kadar çok tekrarlayan ve bunu da son derece nobran, itici, dışlayıcı bir dille yapan Başbakan Erdoğan’a yönelik çok güçlü bir çığlıktır. Başbakan, ne yazık ki, saygı ve eşitlik talep eden bu itirazın birey temelli, modern ve sivil karakterini algılayamadı. Benimsediği ataerkil siyaset anlayışı onu inatçı, basiretsiz bir tutuma sevk etti ve neticede bu tutumun yol açtığı kitlesel gösteriler, zaman içinde hükümeti istifaya zorlamaya yönelik bir enerjiyle doldu taştı.”)
Bu enerji Erdoğan’da büyük bir endişeye ve korkuya yol açtı ve Ali Babacan’ın deyişiyle “değişik bir psikolojiye girdi”: “Erdoğan Gezi’de gözünü kararttı, durduramadık. İçeride ciddi mücadele verdik. Bakan olarak ne söylemişim, kayıtlarda. Sadece ben değil bakanların neredeyse tamamı durduramadık. Erdoğan değişik bir psikolojiye girdi.”
Erdoğan artık toplumun yarısının kendisine düşman olduğuna inanmaya başlamıştı ve o da onları düşman olarak görme eğilimine girdi.
Gülen Cemaati dershanelerinin kapatılması ve 17-25 Aralık’a giden süreç
Gezi’nin sönümlenmesinden hemen sonra, Temmuz-Ağustos 2013’ten itibaren Erdoğan’da yine büyük bir endişe ve korku yaratacak olan 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonlarına giden hükümet-Gülen cemaati gerilimi başladı.
Kısaca hatırlayalım…
Zaman gazetesinin manşetten duyurduğu ilk ‘dershanelerin kapatılma tehlikesi’ uyarısının ardından hükümetten ‘evet, çalışıyoruz’ itirafı geldi:
“Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, dershanelerin kapatılmasına ilişkin ‘Dershanelerin özel okula dönüştürülmesi konusunda yasal düzenleme gerekiyor. Bu düzenleme Meclis açılınca yapılabilir. Bu düzenleme ile dershaneler özel okula dönüşecek ve yapılacak düzenleme 2014-2015 ders yılında geçerli olacak’ dedi. Avcı, dershanelerde çalışan öğretmen, öğretici ve çalışanların Bakanlığın sistemine entegre edilmesi için de hazırlık yaptıklarını açıkladı.” (Samanyolu Haber, 13 Ağustos 2013).
2013 yaz sonunda yoğunlaşan tartışmaların ardından Erdoğan, AK Parti’nin Kızılcahamam kampında kararının kesin olduğunu duyurdu: “Erdoğan: Dershaneler kapatılacak, geri adım yok / Başbakan Erdoğan, dershanelerin kapatılması konusundaki kararlılığını bir kez daha ortaya koydu. Erdoğan, milletvekillerinden gelen ‘Bu konuda çok sayıda tepki ve şikâyet alıyoruz’ mesajlarını ise ‘Kimse bunu speküle etmesin, bizim derdimiz çocukların eşit yarışması’ dedi.” (AktifHaber, 4 Kasım 2013).
Yıl sonuna doğru hükümetle cemaat arasındaki gerilim artık gizlenemez olmuştu; ve 17-25 Aralık haftasında ipleri tamamen kopartan büyük yolsuzluk soruşturması ve operasyonları patladı: İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlarla Mücadele ve Mali Şube Müdürlüğü ekipleri tarafından gerçekleştirilen soruşturmada aralarında iş adamları, bürokratlar, banka müdürü, çeşitli düzeyde kamu görevlileri ve kabine üyesi dört bakan ile üç bakan çocuğunun olduğu kişiler “rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma ve kaçakçılık”la suçlanıyordu.
2013 Aralık’ı 2013 Haziran’ından çok daha ürkütücüydü iktidar açısından. Altı ay içinde yaşanan bu iki travmatik olay Erdoğan’ı çok zor bir tercihle karşı karşıya bırakacaktı: Toplumun yarısı kendisine düşmandı ve şimdi devletin de yarısı karşısına geçmiş, onu devirme isteğini açıkça ortaya koymuştu.
Artık otoriter özellikleri kuvveden fiile çıkmış Erdoğan için Gezi’ye rağmen toplumla baş etmek o kadar da zor olmayabilirdi, meğerki devlet gücünü gerektiğinde toplumu zapturapt altına alabilmek için kullanabilsin; fakat işte o imkândan da yoksun kalmıştı. Üstelik sadece toplumu zapturapt altına almak için değil, ülkeyi yönetebilmek için de ‘devlet’ (bürokrasi) lazımdı Erdoğan’a.
İhtiyaç bu iken gerçek tablo şöyleydi: Erdoğan devletin yarısıyla (eski Türkiye unsurları) yıllardır süren ve son 4-5 yılda iyice yoğunlaşan (Ergenekon ve Balyoz davaları) bir kavganın içindeydi ve şimdi öbür yarısı da (Gülen Cemaati’nin devlet içindeki varlığı) elden gitmişti.
İşte o çaresizlik içinde Erdoğan ‘eski’ devletle barışmaya karar verdi ve bir daha geri dönmemek üzere virajı aldı.
‘Viraj’, sonraki yazının başlığı ve konusu.