Harold J. Laski’nin 2020 yılında Fol Yayınları’ndan çıkan, Teoride ve Pratikte Devlet kitabı tam olarak okumak istediğim türden, harika bir kitap. Neredeyse her satırdan sonra durup düşünmeden, bir süreliğine duraksamadan bir sonrakine geçmenin zor olduğu, bütün derinlikli kitaplarda olduğu gibi yazdıklarının çok ötesinde düşüncelere kapılar aralayan vazgeçilmez bir kaynak.
O nedenle, zevkine vara vara, altını çize çize, üstüne notlar ala ala okudum; tekrar okumak için gün sayarak. Ve çok temel bir tartışmayı bu kitap vesilesiyle ele almak istedim. Devleti aşırı yücelten ve aşırı kötücülleştiren iki karşıt bakışın her ikisinin de onun iradesi karşısındaki çaresizliğini anlamak ve buradan daha demokratik, daha eşitlikçi ve daha özgürlükçü bir çıkış yolu olup olmadığını sorgulamak istedim.
Bilindiği gibi, Marx ve onu takip edenler, devletten pek hazzetmezler. Elbette bu, kendi perspektiflerinden hiç de sebepsiz ya da mesnetsiz değildir. Buna göre, devlet, toplumdaki eşitsizlik üreten güç ilişkilerinin devamında ortaya çıkan bir yapıdır. Bir üst yapı kurumu olarak, altta var olan ekonomik temelli sorunlardan beslenen, bozuk bir düzenin zorunlu olarak bozuk iktidarından başka bir şey değildir. Buna bağlı olarak, kaçınılmaz bir “baskı aygıtı”na dönüşmek durumundadır. Daha zayıf, daha güçsüz geniş kesimleri kontrol altında tutmak için zor gücüne ve militer kurumlarına baş vuran statükocu bir işleyişe sahiptir.
Buradan bakanlar için devlet oldukça statiktir. İrrasyoneldir. Gücü elinde bulunduranlara göre işleyen bir içeriğe sahiptir. Toplumdaki problemleri anlama ve doğru şekilde tespit etme kabiliyetine -doğası gereği- sahip değildir. Meseleleri donuklaştıran ve her yönüyle özgürce tartışılmasını engelleyen, kaba bir güvenlik gücü gibidir. Bu nedenle, çözümün değil sorunun bir parçasıdır. Hem de büyük bir parçası. Oysa esas olan toplumsal alandaki değişim ve dönüşümdür; bu sağlandığında, devlet de kaçınılmaz olarak dönüşecektir. Devlet karşısında tekil birey fazlasıyla güçsüz ve çaresiz olduğu için bu amaca ulaşabilmek örgütlenmekten ve birlikte hareket etmekten geçmektedir. Kısacası devlet, eşitsizlik üreten, var olan sorunları yeniden üreterek kalıcı hale getiren ve bu durumdan kötü etkilenen ezilen kesimleri kontrol etmek için zor gücünü acımasızca devreye sokabilen, statükocu bir yapıdır.
Burada gizliden gizliye var olan ve açığa çıkarıp üzerinde önemle durmamız gereken bir husus, devletin toplumdaki sorunlara göre şekil aldığı, ondan ayrı ve bağımsız bir işleyişe, bakış açısına ve hareket kabiliyetine sahip olmadığı fikridir. Dolayısıyla, denebilir ki devlet sadece ekonomik alt yapıya bağlı bir üst yapı kuruluşu olmanın ötesine geçen, bütün diğer toplumsal kurumların üzerinde yükselen bağımlı bir değişkendir. Kendi başına var olabilme gücü ve iradesi neredeyse yok gibidir. Bu elbette, aynı zamanda materyalist bir açıklama biçimidir; belirleyici olanın maddi unsurlar olduğunu savunur. Çok kabaca olmakla birlikte genel olarak soldan bakanların devletle ilişkisini bu temelde kurduklarını söyleyebiliriz.
Buna karşın bir de idealist bakış açısı ve açıklamalar vardır. Max Weber’in fikirleri bu bakış için iyi bir temel sunabilir. Bir kere ona göre devlet, bir üst yapı kuruluşu değildir, tıpkı bütün diğer sosyolojik kurumlarda olduğu gibi. Yani, siyaset, ekonomi, aile, din, hukuk, eğitim, adalet vb. gibi toplumsal kurumlar kuşkusuz birbirleriyle ilişkili şekilde biçimlenirler ama bu bir alt yapı üst yapı ilişkisinden çok aynı anda ve birlikte yaşanan bir oluş halidir. Bir öncelik sonralık ya da araç-amaç ilişkisi değildir. Dolayısıyla bu bakış, her bir kurumun aynı zamanda kendi özerk alanı ve gelişim seyrinin söz konusu olabileceği anlamına gelir.
Weber için devlet, bürokrasidir. Modern bir toplumun en rasyonel yönetim biçimi ancak modern bir bürokratik mekanizmayla mümkündür ve onun bürokrasiyi merkeze koyarak çalışması biraz da devletin toplumsal sorunlardan bağımsız bir işleyişe sahip olup olamayacağını anlamak içindir. Diğer bir deyişle, Weber’de devlet, toplumdaki sorunlar ne olursa olsun bağımsız işleyiş prensiplerine dayanmak ve ona göre işlemek zorundadır. Aksi takdirde, fazlasıyla irrasyonel bir kuruma dönüşeceği ve zaman içerisinde sorunlara çözüm getiremeyeceği için kendi kendini yok edecektir. Bürokrasinin ilkeleri bu nedenle kritik derecede önemlidir.
Örneğin, uzmanlık ve uzmanlaşma devlet bürokrasisinin işleyişi açısından hayatidir. Buna bağlı olarak, liyakat oluşur. Herhangi bir işe alımda tek kriter onu en iyi yapabilecek birikim ve donanıma, eğitim ve tecrübeye sahip olmadır. Devletin kurumsal işleyişi gayri-şahsidir. Yani, kişiden kişiye değişmeyen, kim gelirse gelsin aynı sonuçları üreten bir içeriğe sahip olmalıdır. Bir başka ilke olarak, devletin yaptığı her iş ve işlem kaydedilmeli, arşivde tutulmalıdır. Bu ilke, çeşitli fonksiyonlara sahip olmanın yanı sıra hiçbir şeyin karartılamayacağı, yapılan her şeyin bir gün, gün yüzüne çıkarılabileceği olasılığı içerdiği için harfiyen doğru davranmaya ve yazılı kuralların dışına çıkmamaya zorlayıcıdır. Aynı şekilde, her şeyin yazılı oluşu da kalıcılıkla, şeffaflıkla, hesap verilebilirlikle ilişkili bir boyut taşır.
Bu gibi ilkeler, devletin rasyonel bir biçimde işlerliğini sağlayıcı ve en önemlisi, onu, toplumdaki bozulmalardan koruyucudur. Devlete daha sağdan bakan insanların biraz buna benzer bir yerden hareket ettiklerini düşünüyorum. Bu insanlar için devlet, toplumun ötesinde, üzerinde ve ondaki sorunlardan azade, kendi bağımsız işleyişine sahip bir büyük yapıdır. Toplumun devamı veya onun sorunlarına çözüm üretmekten ibaret bir işlevselliğe indirgenemeyecek büyük bir idealle yoğrulmuştur.
Bu ideal, devleti, toplum neyle karşı karşıya olursa olsun, ne gibi sorunlarla boğuşursa boğuşsun bunlardan etkilenmeksizin hep ayakta kalabilen, hep gücünü koruyarak var olabilen ve her türlü toplumsal sorunu çözüme kavuşturabilen dönüştürücü bir büyük otorite ve güç kaynağı olarak tasavvur eder. Gündelik bozukluklar ya da hepimizin bildiği hantallıklar, liyakat dışılıklar ise devletin değil toplumun hanesine yazılır. Devleti özenle korumak esastır!
Devlet, onu oluşturan insanların üzerindedir ve çok daha fazlasını ifade etmektedir çünkü. Tam bu noktada kutsallığı ortaya çıkar, sonsuza kadar var olacak olan her ne varsa onun koruyucusuna dönüşür. Artık, devlet-i ebed müddettir! Şunu da belirtmek gerekir ki bu bakış açısı başta da söylediğim gibi idealist, yani, zihinde üretilen fikirlere dayanan, başlangıçta ancak kağıt üzerinde mümkün olabilecek tasavvuri bir üretimdir. Gerçek hayatta buna uyan bir durumun söz konusu olup olmamasından bağımsız bir nihai hedef gibidir.
Dolayısıyla toparlarsak, devleti toplumdaki bozulmalara bağımlı, kötücül bir şer kaynağı olarak görenlerle toplumdan bağımsız, büyük bir ülküyü gerçekleştirme aracı ve rasyonalitenin zorunlu olarak işlediği bir organizasyon yapısı olarak görenlerin her ikisi de benzer bir açmazın içindedir. Her iki taraf da devletin iradesi karşısında çaresizdir.
Bana göre pek çok siyasi, toplumsal, yargısal ve hatta ekonomik sorunumuzun çözümsüzlüğünde bu çaresizlik yatar. Pek çok çatışma ve uzlaşmaz bir siyasi kültüre mahkum oluşumuz da yine bu çaresizlikle yakından ilişkilidir. Her iki taraf için de devlet farklı biçimlerde fazlaca merkezdedir. O nedenle, devletin ve devlet düşüncesinin her iki uçtan kurtarılarak normalleştirilmesi büyük bir gerekliliktir. Peki ama bu mümkün müdür?
Laski’nin başta andığım kitabından hareketle -belki haftaya- bu soruya cevap aramak istiyorum. Üçüncü bir bakış geliştirmeye çalışmanın ve toplumdan hem etkilenen hem de etkilenmeyen, daha ortada bir yerdeki devletin mümkün olup olmadığını sorgulamayı umuyorum. Çünkü, ben de sanırım devleti fazlaca önemseyenlerden biriyim!
Belki de Laski’nin, kitabın başında O. Lowes Dickinson’dan alıntılayarak adalet için söylediği şu sözün aynıyla devlet için de geçerli olduğunu düşündüğüm için: “Adalet bir güçtür; eğer var edemezse, en azından yok edecektir.”