Bir tweet’te bir kelimeyi yanlış okudum, yaklaşık altı hafta önce. Ve tek bir harf hatasıyla okuduğum bu kelimeden yola çıkarak neler neler geldi aklıma!
Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’nun (KESK) 17 Aralık tarihli tweet’i şöyleydi: “Kamu emekçileri 4 ilde ‘Geçinemiyoruz’ diyecek.”
Tweet’lere hızla göz gezdirirken ben bunu şöyle okudum: “Kamu emekçileri 4 dilde ‘Geçinemiyoruz’ diyecek.”
Hatamı hemen fark ettim, ekranı geri kaydırıp doğrusunu okudum.
Hemen fark ettim, çünkü böyle bir şey mümkün değil elbet.
Niye değil?
Türkiye’de konuşulan, üstelik üç beş kişi tarafından değil çok sayıda vatandaş tarafından konuşulan dört dil yok mu? Tabii ki var; dört değil on dört farklı dil bile var.
Kafamda dilleri sayarken önce aklıma Serdar Bedii Omay geldi. Bir zamanlar üniversitelerde Kürt Dili Enstitüleri kurulması tartışılırken hükümet son anda bunlara Türkiye’de Yaşayan Diller Enstitüsü adını takmıştı. Mardin Artuklu Üniversitesi’nde kurulan enstitüye rektör Serdar Bey, “Türkiye’de Her Şeye Rağmen Yaşayan Diller Enstitüsü” diyordu. (AKP tarafından atanmasına rağmen çok sevilen bir rektördü, adamcağızın başını belaya sokmayayım, yaptığı bu mükemmel espriyi ben şahsen duymadım, belki de dememiştir.)
Sonra aklıma George Haupt ile Paul Dumont tarafından hazırlanan Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalist Hareketler kitabının kapağı geldi.
Bende 1977 baskısı var, ama 2013’te Ayrıntı Yayınları tekrar yayınlamış ve bendeki baskının kapağındaki fotoğrafı yine kullanmış.
Burada da gördüğünüz fotoğraf bir el ilanı. Yirminci yüzyılın başlarında Selanik sokaklarında dağıtılmış bir miting duyurusu, bir çağrı. “İşçiler!” hitabıyla başlıyor ve şöyle devam ediyor:
“Arkadaşlar! Geliniz birleşiniz ki Kanun-ı Esasiye’nin kabul ve taleb ettiği ve ihtilalimizin ilan ve temin eylediği hukukumuzu muhafaza edelim! Geliniz ve isbat ediniz ki hukukumuzu müdafaa etmek için hepimiz bütün mevcudiyetimizle hazırız! Her bir ferdimizde bizi ezenlerin demir ellerinden kurtulacak kadar kuvvet ve hararet vardır… Geliniz bila tefrik-i din ve mezheb hep geliniz ki memleketimizde salah ve asayişi temîn etmek, anasır-ı Osmaniyye arasında uhuvvet ve muhabbeti takviye etmek için bize mesai-i müttehidemizden daha iyi bir vasıta, daha mükemmel bir alet olamadığını, zunun-ı batıla-i kadimenin hüviyet ve ehemmiyetini izhar edelim!
Arkadaşlar! Geliniz! Selimiye Caddesi’nde Rıhtım Apartımanları civarında Haziran’ın 6ncı Cuma ertesi günü alaturka saat dokuzda kat’iyen isbat-ı vücud ediniz!
Miting Komisyonu”
Bildiri beş dilde yazılmış: Türkçe, Fransızca, Rumca, Bulgarca ve İbranice!
Demek ki, emekçilerin beş dilde ‘Geçinemiyoruz’ demesi bu topraklarda hem mümkünmüş hem de zaten bir zamanlar yapılıyormuş.
Sonra? Sonra hepimiz “Türk” olduk, bütün Türkler “Türk’üm” diyerek çok mutlu oldular ve Türkçe tek dil oluverdi.
Her şeyin Türkleşmesi süreci karşısında, sürecin azgınlıkları, acımasızlığı ve aşırılıkları karşısında memleketin aydınlarının (hem sağ hem sol aydınlarının) vurdumduymazlığı, ilgisizliği ve tabii şakşakçılığı hep ilgimi çekmiştir.
Varlık Vergisi gibi ırk temelinde kesilen bir vergi karşısında Ferit Melen, Yaşar Nabi Nayır, Zekeriya Sertel ve daha nice “aydının” tepkisini şaşırtıcı değil ama ilginç ve aydınlatıcı bulmuşumdur hep. Özetlersem, şöyle düşünmüş ve yazmışlardır: “Yahudiler yüzyıllardır bu memleketin kanını emiyor, şimdi birazını geri ödemelerinde ne sorun var ki?”
Neden böyle düşünebiliyorlar, “Oh canıma değsin, hak etmişlerdi zaten” diye adeta sevinebiliyorlardı? Irkçı oldukları için elbet, gelir düzeyine değil ırk mensubiyetine göre vergi alınmasını yanlış bulmadıkları için.
Ve geldik asıl sormak istediğim soruya. Melenleri, Nayırları, Sertelleri ve benzerlerini bir yana bırakalım. Günümüzde Türkiye solunun pek çok örgütü, pek çok bireyi nasıl oluyor da Ermeni sorunuyla ilgilenmiyor, örneğin 19 Ocak günleri Hrant Dink’i ve 24 Nisan günleri soykırım kurbanlarını anma etkinliklerine katılmıyor; katılmamak bir yana, ilgi bile göstermiyor? Bir hafta önce Uluslararası Holokost’u Anma Günü’ydü. Anmamak bir yana, niye ilgi bile göstermedi Türk solu?
Bu soruların sayısını epeyce çoğaltmak mümkün ve hepsinin cevabını biliyorum.
Ama yazmayacağım. Biraz da Türkler düşünüp bulsun. Çünkü cevap “Ne mutlu Türk’üm diyene” ifadesinde gizli.