Aşağıda yer alan makalenin yayın yılı 2006. Akademik bir dergide paylaşılmış (https://doi.org/10.1501/Cogbil_0000000066).
Makalenin özet bölümünde “Antakya ve yakın çevresinin aktif Ölü Deniz Fayı’nın etki alanında yer aldığı, 135 (bugün 151) senedir gerilimi boşaltacak bir deprem olmadığı ve bunun yıkıcı bir deprem riskini artırdığı” bilgisi yer alıyor.
Ayrıca makalede “Antakya için bir zemin mukavemet haritası hazırlandığı, buna göre mevcut yerleşimlerin en zayıf zeminlerde yer aldığı, yeni yapılacak yerleşimlerin bu haritada yer alan sağlam zeminlerde inşa edilmesinin tercih edilmesi gerektiği” konusunda çok önemli bir uyarı bulunuyor.
Binalardan önce kamu düzeninin çökmüş olduğu belli.
Antakya’daki yeni yerleşim alanlarının haritada imarsız olduğu görülüyor. Büyük olasılıkla bu yeni yapıların bir bölümü kayda geçmemiş, imar izni yok. Haberlerde bu yeni yerleşim alanlarında yakın tarihlerde, 99 afeti sonrasında uygulamaya konan yapı denetiminden, yenilenen yönetmeliklerden falan söz ediliyor. Demek ki “imar affı” dışında resmi olarak başka kayıtları yok. Bu yapıların kayıtları varsa, o da “imar affı” için. Olmayınca nasıl denetlensin? Resmi kayıtlar projelendirme ve inşa süreçlerini denetlemek için değil, denetimden muaf tutmak için.
Diğer taraftan bu yıkılan binalar şehrin en lüks yapıları ve en değerli semtlerinde yer alıyor.
Felaket hiç kuşku yok, göz göre göre gelmiş… Bu durum nasıl bir kamu düzenine işaret ediyor? Latince “dur a lex, ced lex” (kanun, kanundur) diye bir söz var. Kuralın tartışmasız ve genel geçer olduğunu gösteren. Türkiye Cumhuriyeti’nde ise bu söz “kural var, ama istersen kuralsızı da var, istisnası da var” diye vücut bulmuş.Yani bir tarafta başta kamunun, vatandaşın da ciddiye almadığı şekilci bürokratik kurallar (yasaklar) var, diğer tarafta da “gelişmeye engel olmamak için” onları askıya alan, esneten yönetimler… İş görülsün, torba dolsun!…
Yani önce binalar değil kamu düzeni çöküyor.
Bu güvenilmez durum, Türkiye Cumhuriyeti’nin müesses nizamını ele veriyor. Antakya’da, İstanbul’da, nereye baksanız aynı. Yıkılanlar kentsel dönüşümle yapılmış yeni konutlar. Üstelik de şehirlerin “kalkınmış” yerleri, nispeten pahalı konutları… Yıkılanlar Adıyaman’da, Maraş’ta, Antep’te ya tarla statüsündeyken yapılaşmaya açılan ya da az katlı eski binaların yerine yapılmış yeni binalar.
99 depreminden sonra yıkılanlar sanki eski binalarmış gibi, “yeni yapılar sağlam” diye ölümcül bir yalan uydurdu bu felaketi istismar eden çıkar grupları. Yaşanan travmaları fırsat gibi gören spekülatörler, kamu kuruluşlarının adını kullanarak parası karşılığı çürük raporu veren açıkgöz uzmanlar, sanki şehirler eşyalar gibi planlanabilirmiş gibi ahmakça bir illüzyon yarattılar. 99 felaketi sonrasında sahte çürük raporlarıyla, rantın yüksek olduğu semtlerdeki sağlam yapıları kentsel dönüşüm diye imha etmeye giriştiler. Oysa şehirler onların bildiğinden çok daha karmaşık ilişkilerle, asla onların tek boyutlu bilgileriyle düzenlenemeyen karmaşık yapılardı. Bu dar bakış açısıyla yalnızca kendi kamu yararı anlayışlarını, kendi çıkarlarını temsil ettiler.
Kentsel dönüşümün kaynağı havadan geliyormuş gibi, kırılgan yerleşim alanları ortada dururken, araçsal bilgilerle yerleşim alanlarının depreme dirençli yapı stoğu yok edildi, yerlerini riskli binalar aldı. Oysa bu mesele 99 depremi sonrasında bizimle afet çalışmalarına katılan Dünya Bankası başuzmanı Randolph Langenbach tarafından da dile getirilmişti. Felaketten sonra, havalar soğumasına rağmen, binaları hasarsız ayakta kalan insanların, modern apartman şeklinde yapılmış bu evlere girmedikleri görüldü. Bu insanlar eski hımış dolgulu evlerine geri döndüler. Henüz dönüşüme uğramamış kırsal bölgelere göç ettiler. Bu yapıların olduğu yerleşim alanlarında nüfus artışı oldu.
Bu büyük felaket bana 1999’da Düzce’de yaşananları hatırlattı. 12 Kasım 1999 Cuma günü Düzce’de 7.2 şiddetinde bir deprem felaketi yaşanmıştı. Felaket sonrasında Düzce’ye gittiğimizde yanımızda canla başla yardım çalışmalarına katılan bir kamu görevlisi vardı. Ancak günlerce hiç konuşmadı. Bir gün yolda bir yerden geçerken titreme nöbetleri geçirdiğini fark ettim. Bu kişiyi tanıyan biri kulağıma “bu yıkıntı onun ailesini kaybettiği ev” diye fısıldadı. Aradan bir haftadan fazla zaman geçti. Bu kişinin şu sözleri tekrarladığına tanık oldum: “Keşke ben de içinde olsaydım.” Deprem o evde yokken olmuştu. Aradan bir süre geçince ağzından çıkan ikinci cümlesi şu oldu: “Yıkılacağını bilseydim yaptırır mıydım?” Neden bu sözü sürekli tekrarladığını bana şöyle anlattılar: “Burada iki katlı bir aile evleri varmış. Çocukları olduktan sonra, daha iyi koşullarda yaşasınlar diye müteahhide vermiş…”
Çevresindeki dönüşümde olduğu gibi müteahhide kat karşılığı, zannedersem beş katlı bir bina yaptırmış. Ama kimse ona bu yumuşak zeminin depremde sıvılaşma etkisi yaratacağını söylememiş. Bu kişinin yaşadığı dram zannedersem yaşanan felakete ışık tutuyor: Burada yaşayan insanlar yaşam koşullarının iyileşmesi için eski evlerini, tarlalarını piyasa koşullarında dönüştürmeyi amaçladılar. Ama kimse onlara zemin, yapının durumu hakkında bilgi vermedi, ilişki kurmadı.
Bir tarafta doğayı temsil eden bilim, diğer tarafta halkı temsil eden siyaset. Bunların hiçbiri şehirlerin, yaşamın temsilinin imkânsız olduğunu halka söylemedi. Bilenler bilmeyenlerle temas kurmadı, ilişkiler kurmadı. Bildiğini paylaşmak için çırpınmadı. Konuşması gerekenler sustu. Hazırlanan yasalar, planlar, imar izinleri o kadar ahmakça yöntemlerle, ilişkilerle gerçekleşti ki, insanlar yaşam haklarının tehdit altında olduğunun farkına varmadılar.
Siz insanları bilgilendirin, sonra isterlerse bile bile ölsünler. Kimsenin bilerek ölmek isteyeceğini zannetmiyorum.