[21-23 Şubat 2023] Nereden? Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan. Üçüncü Kitap. Birinci Kısım. Haydarpaşa’dan bir önceki gün 15:45’de kalkan katar, sabah sekizi çeyrek geçe sessizce girer Ankara Garı’na. Komünist mahkûmlar iner trenden, “bavulları ve jandarmalarıyla.” Vilâyet Jandarma Merkezi’ne götürülürler. Oradan çeşitli taşra hapishanelerine dağıtılırlar. Halil’in (kısmen Hikmet Kıvılcımlı, kısmen Nâzım’ın kendisi) payına bir bozkır hapishanesi düşer. “Başgardiyanın odasını vermişlerdi Halil’e. / Tek başına. / Masası ve karyolası vardı. / Odası tekmil duvarlar ve kitaplardı. / (…) / Burda bazan kendine kızacak ve utanacak kadar rahattı Halil. / Şimdilik galiba tekrarlanmayacak: / açlık grevleri / ve şarkta Kürt beylerinin uşaklarından yenen dayak.”
Komünist aydın, Nâzım’ın fiktifleştirilmiş hali, dolayısıyla (şair değil) sosyal bilimci, (kalbinden değil) gözlerinden rahatsız, kör olma endişesi içindeki Halil, böyle böyle yerleşir, gene Nâzım’ın gerçek öyküsü üzerinden okursak, Çankırı hapishanesine. Başka mahkûmların yanısıra, Aynacı Asrî Yusuf’la da arkadaş olur. Nâzım, bundan seksen yıl önceki Türkiye’nin mahremiyetine alır bizi her fırsatta. Örneğin nasıl bir yerdir, “şu 1941 yılında” Anadolu’nun bir taşra cezaevi? Yukarıda, Edirne’deki Deveci Hanı’nı görüyorsunuz. Belki 15. yüzyıl kadar gerilere giden bir Osmanlı yapısı. 1846-1949 arasında cezaevi olarak kullanılmış. Şimdi ıssız. Nâzım doldursun içini. “On iki dükkân vardı hapisane avlusunda, / taş duvarın dibinde, / kaybedilmiş sandıklar gibi çaresiz / ve küçülmüş. / (…) Evkafındılar. / Açık artırmayla kiralanıyordular mapuslara. / (…) / Aynacı Asrî Yusuf’undu beşinci dükkân.” 27’li ve Ilgazlıdır Asrî Yusuf. Askerliğini yapıp döndüğü gece dehşetli içmiş ve “bir ‘hep yek’ yüzünden” en yakın arkadaşını vurmuştur. 15 yıl yatacaktır.
Şu özel faslımızın başında, “kalabalıktır dükkân” (yani Asrî Yusuf’un aynacı dükkânı). “İhtilâstan yatan Çopur İhsan Bey / Trabzonlu Bakkal Sefer / (ihtikârdan) / ve İlyas Kaptan / (kalpazan) / Asrî’ye çay içmeye gelmiştiler.” Zamanının Anadolu toplumundan bulduğu bu alacakaranlık kuşağı tiplemeleriyle Nâzım taş çıkartır Müge Anlı’nın televizyon programına. Derken İlyas Kaptan görüşmeye çağrılır; köyünün muhtarından, dağda gömülü 50,000’e mahsuben bir elli lira alabilirim umuduyla, ayrılır hızla. Asrî Yusuf ve Çopur İhsan Bey ise çoktan hazırladıkları bir oyuna girer. Bakkal Sefer sıkı Abdülhamitçidir; 31 Mart ayaklanmasına katılmış ve Hareket Ordusu gelirken son anda kaçıp kurtulmuştur. Önce onu dolduruşa getirip 31 Martı kendi açısından bir kez daha anlattırırlar. Sonra “hele bir bak bende ne var” diye eski harflerle basılmış, yer yer parçalanmış bir gazete çıkarır Çopur İhsan Bey. Hicri 10 Rebiülahır 1327 tarihlidir, yani 1909 yılına, Abdülhamit’in tahttan indirildiği günlere aittir. Gene de Cumhuriyet öncesine ait her şeye tutkun olan Bakkal Sefer oltaya gelip hırsla atlar üzerine: “Bak, gördün mü, İhsan Bey, / resim de yok, / baştan başa Müslüman yazısı. / Al, / oku da dinleyelim.”
Okurlar, sayfalar boyunca. Bakkal Sefer’i kızdırma umudu kalmaz bir noktada. Fakat neler yoktur içinde 33 senelik o gazete parçasının! Sultanın o tebligat karşısında nasıl kanapeye kapanıp feryad ettiği. Selânik’e sürülmesi. Serveti. “Taşkışla ve civarındaki yerler / Osmanlı, Arnavut, Rum, Ermeni, Musevi, Bulgar kanlarıyla sulandı, / vatan aşkı ve hürriyet için… / (…) / Tatavla’dan topları geçirmeye uğraşan askerlere / Ermeni kadınlarının yardımını görenler…” Derken “Adana vukuatı” (ki başlı başına ilginçtir; Ermeni soykırımını tekrar yazdığımda belki dönerim bu noktaya). Sonra Hürriyet şehitleri için cenaze merasimi ve dikilecek abide için iane verenler (bağışta bulunanlar). Alemdağı’nda üç günlük bir gezinti ilânı.
Bu noktada bıkar Çopur İhsan Bey. Fırlatıp atar gazeteyi. Asrî Yusuf işte o anda sarfeder, en başa aldığım “Öf be! Ne de olsa epeyce yürümüşüz…” sözlerini. Misafirleri gider. Asrî Yusuf yerden gazeteyi alır, düzeltip katlar “derlitopluluk severliğiyle.” Ayna dökmek için mangalını hazırlar. Fakat içini tuhaf bir sıkıntı basar. Derken Halil çıkar bitişik dükkândan. Yusuf Halil’e sarılır:
“Benim işim, / bir şey soracaktım sana. / Hani, / bilimiyon, / yürüdük mü, diyecektim, / asrileştik mi / Abdülhamit’ten bu yana?”
Halil şaşmadı Yusuf’un sorgusuna: / “Elbette yürüdük,” dedi, / “daha da yürüyeceğiz. / Bir merdiven çıkıyoruz, diye düşün / basamaklar, son basamak, / kapı, / kapı açılacak, / — kendiliğinden değil, / biz açacağız elbette — / gireceğiz eve: / rahat, / sıcak.”
“Yaşa be hocam! / Bilimiyon, / insanın içini açar seninle konuşmak. / Bir çayımı iç. / Ben de aynaları dökerim kömür geçmeden.”
Asrî Yusuf döktü aynalarını, / Halil Papatya örnekleri çizdi aynalara işlenmek için. / Papatyalar, / sarı sarı, / iri iri, / karısının, / Ayşe’nin gözbebekleri…
Şimdi nereden hatırladım bütün bunları? Güzin Sarıoğlu’nun Taha Duymaz: “Ulannn hayattttt” yazısı (13 Şubat 2023) bana 19 yaşında göçük altında sonlanan bir başka yaşanmamışlığı, 1920’ler ve 30’ların Çerkeşli Hamdi’sini çağrıştırdığı için.