Henüz üç gün önce teşekkür ettiğimiz birinden şimdi de özür dilemek durumunda kalmamız akıl karıştırabilir. Ancak bu üç günün sonunda Akşener’i yenilmişlik, hatta ‘tongaya düşürülmüşlük’ duygusu içinde bıraktığımız açık. Diyeceksiniz ki biz bir şey yapmadık, Masa’dan böyle bir karar çıktı. Doğru, ama Masa’dakiler siyasi deneyim sahibi kişiler olarak Akşener’in isteğini yerine getirmişçesine ‘pişkin’ bir davranış sergileyebilir. Dolayısıyla özür bize düşüyor…
Masa’dan çıkan son anlaşma Akşener’in isteğine cevap olarak geliştiriliyor ama onun niyetini yansıtmadığı gibi, varmak istediği hedefin tersine bir yönü işaret ediyor. Ama hayatta maalesef ‘neye niyet neye kısmet’ şeklinde özetlenebilecek durumlar da var ve genellikle niyet sahibinin kendi konumunu ve muhataplarının becerisini yanlış değerlendirdiği zaman yaşanıyor.
Bandı geri saralım…
Perşembe (2 Mart) toplantısı bittiğinde Masa’daki liderler bir deklarasyon kaleme alıyor ve imzalıyorlar. Ardından yemeğe geçiliyor. Yemek sohbetinde de herhangi bir liderden memnuniyetsizlik beyanı gelmiyor, deklarasyona geri dönme ihtiyacı hissedilmiyor. Derken aradan takribi 15 saat geçiyor ve Akşener içini ‘devşirme siyaset, kişisel ikbal hesapları, kuyruklu yalanlar’ ile doldurduğu meşhur ‘sıtma’ metnini basına servis ediyor.
Ve tabii biz de merak ediyoruz: Acaba o 15 saatte neler oldu? Akşener kimlerle konuştu? Çünkü söz konusu metnin İYİ Parti yetkili kurullarından geçmediği anlaşılıyor. Adı bilinen, üstü düzey partililer metni kimin yazdığını bilmediklerini itiraf ediyorlar. Birkaç ihtimal var… Ya o gece Akşener bir anda siyasi ‘tevafuk’ sonucu aldığı ilhamla bir idrak yaşayıp, istediğini elde edememiş olmanın öfkesini kâğıda geçiriyor, ya da birileri ona niye öfkelenmesi gerektiğini hatırlatıyor. Yazılan metnin İYİ Parti yetkili kurullarından kimsenin okumasına gerek duyulmadan açıklanması da ilginç, ama milliyetçi partiler için olağan diyerek geçelim.
Nitekim Bahçeli’nin Erdoğan’a sunduğu cumhurbaşkanlığı sistemi teklifi, ya da yüz maddelik anayasa taslağı da MHP’nin ‘yetkili’ kurullarındaki kişilerce sonradan ‘muttali’ olundu. Anlaşılan eli kalem tutan birileri devletin ‘âli’ çıkarları söz konusu olduğunda gocunmayıp siyasete belirli partiler üzerinden müdahil olmayı seçebiliyor.
Akşener bu türden bir telkin altında kalmamış olsa bile, ortalıkta dolaşan özel bir hassasiyetin kokusunu almamazlık edemiyoruz. Akşener ve muhtemelen devletin içindeki belirli bir cenah Kılıçdaroğlu’nun aday olmasını istemiyor. Niye acaba? Alper Görmüş’ün son yazısında altını çizdiği üzere Kılıçdaroğlu bir yandan devlet imkânları üzerinden yaratılan yolsuzlukların üzerine gitmeyi, öte yandan Kürt meselesini normalleştirecek bir vatandaşlık arayışını ve de Batı ile yeniden güvene dayalı ilişkiler kurmayı hedefliyor.
Diğer deyişle geçmiş yazılarda Yeni İttihatçılık diye tanımladığım rejim arayışının üç temel damarı: Devlet (güç ve rant), kimlik (vatandaşlık ve Kürt meselesi) ve Batı karşıtlığı (uluslararası hukuktan kurtulmuş bir bağımsızlık hevesi). Ancak devletin ülkeyi İttihatçı tasavvurdan uzaklaştırabileceği için Kılıçdaroğlu’nu istemediğini iddia edebilmek, en azından bunu hayatın akışı içinde gözlemlemeyi gerektiriyor.
Eğer öne sürdüğüm iddiayı ciddiye alacaksak meselenin Kılıçdaroğlu’nun adaylığı değil, kazanması olduğu açık. Kazanamayacak bir Kılıçdaroğlu’nun aday olması herhalde İttihatçı devleti rahatsız etmez. Asıl tehlike kazanma ihtimali belirdiğinde ortaya çıkar. Nitekim saha araştırmaları yapan Roj Girasun geçenlerde bir tv programında ilginç bir detayı hatırlattı: 2022 Temmuz öncesinde İmamoğlu ve Yavaş’ın Kılıçdaroğlu’ndan daha fazla oy aldığını, ancak o tarihten itibaren Kılıçdaroğlu’nun yükselişe geçtiğini, halen oyu en hızlı yükselen aday olduğunu ve belediye başkanlarını yakaladığını söyledi. Peki, Akşener’in ‘kazanacak aday’ arayışı ne zaman başlamıştı? Girasun bunun da Temmuz 2022’ye gittiğini vurguladı.
Yani Kılıçdaroğlu kazanamıyor gözükürken Akşener ‘kazanacak aday’ peşinde değilmiş… ama Kılıçdaroğlu kazanacak gibi gözüktüğü andan itibaren ‘kazanacak aday’ arayışına girmiş. Diğer deyişle Akşener’in derdi İmamoğlu ve Yavaş’ın cumhurbaşkanı olması değil, onlar üzerinden Kılıçdaroğlu’nun engellenmesi gibi gözüküyor.
Aynı programda Girasun Akşener’in 2018 yılında da devletin hazzetmediği adayın (Abdullah Gül’ün) kazanacak olduğunun görülmesiyle birlikte işbirliğini bozduğunu hatırlattı.
Hafta sonu malum televizyon kanallarını izleyenler ilave bir duyguya da sahip olmuş olabilirler. Çünkü o zamana dek devlet hassasiyeti gayet yüksek olan birçok yorumcunun yüzünden düşen bir parçaydı… İYİ Parti’nin Masa’dan ayrılmasına üzülmüş gibiydiler. Oysa (yine kendi beyanlarına göre) muhalefet daha da zayıflamış, birlikteliğini korumakta aciz kalmış, ülkeyi yönetemeyeceği ortaya çıkmıştı. O halde bu memnuniyetsizliğin nedeni ne olabilirdi?
Bana öyle geliyor ki İYİ Parti olmadan da (maazallah!) HDP oyları sayesinde muhalefetin seçimi kazanabileceğini öngörmeye başlamışlardı. Ama belki daha ‘derin’ düşünenleri ya da bu yönde bilgi sahibi olanlar, Akşener’in olmadığı bir Masa’nın elden kaçabileceğini, gerektiğinde kontrol edilemeyeceğini düşünüyordu.
Bu endişeye destek verecek şekilde İYİ Parti’den kopuş ve istifaların başladığı, tabanda tepkilerin oluştuğu da ortaya çıkmıştı. Masa’dan bu şekilde ayrılan İYİ Parti’nin belki de barajın altına doğru inme ihtimali olabilir miydi? O durumda muhalefetin Meclis’te ‘istenmeyecek’ bir güce sahip olması nasıl engellenecekti?
Pazar akşamına geldiğinde İYİ Parti kurmayları ‘geri dönüş’ imkânı için kıvranmaktaydı. Masa’nın bazı kurmayları ise Akşener’e ‘reddedilmesi güç’ bir teklif sunma hazırlığı içindeydi. Kamuoyuna anlatılanlardan öğrendiğimize göre, İmamoğlu ve Yavaş’ın ismi cumhurbaşkanı yardımcısı olarak zikredildi, Akşener bunların ‘özel konumda ve icracı’ olmalarını istedi, ‘buyrun gelin Masa’da konuşalım’ cevabını aldı ve o noktadan sonra görünen sonuçtan kaçınamadı.
Masa’da herkesin tahmin edebileceği üzere parti liderleri belediye başkanlarının ‘ayrıcalıklı’ konumda olma teklifini reddetti. Daha önceden herkesin zaten onaylamış olduğu üzere bütün parti başkanlarının cumhurbaşkanı yardımcısı olacağı tescil edildi. Ve belediye başkanlarının halen görevde olmaları, yerel seçimin yakınlığı, söz konusu başkanların müstakbel cumhurbaşkanı ile aynı partiye mensup olmaları nedeniyle Kılıçdaroğlu’na inisiyatif alanı açıldı. Yani meşhur 12. Madde… Belediye başkanlarının cumhurbaşkanı yardımcılığının zamanına ve içeriğine Kılıçdaroğlu karar verecek.
Onları hiç cumhurbaşkanı yardımcısı yapmayabilir mi? İsterse yapmayabilir… Onlara çok basit görevler verebilir mi? İsterse verebilir… Ama niye böyle davransın? Tabii kendi belediye başkanlarının gerçekten de bir bütün olarak Millet İttifakına ve ayrıca CHP’ye bağlılığından eminse.
Sonuçta Akşener (muhtemelen bazı telkinlerden de esinlenerek) Masa’yı zor durumda bırakmaya heveslendi, ancak ‘kündeye gelen’ kendisi oldu. Kılıçdaroğlu’na alternatif olarak gördüğü belediye başkanlarının kaderi Kılıçdaroğlu’na terk edildi. Bu kişilerin gelecek seçimlerde aday olup olmayacakları bile gizliden gizliye tartışılacaktır.
Akşener belediye başkanları üzerinden Kılıçdaroğlu’nu ve dolayısıyla Masa’yı vesayet altına almayı denemiş gözüküyor. Aynen Bahçeli’nin Cumhur İttifakı’ndaki rolüne benzer şekilde Millet İttifakı’nın sınırlarını çizme hevesinin cazibesine kapılmış (ya da kaptırılmış) olabilir. Tabiri caizse sanki Millet İttifakı’nın ‘Bahçelisi’ olmak istedi ama karşı taraf herkesi şaşırtacak ölçüde maharetli çıktı. (Bu açıdan bakıldığında siyasi manevra yeteneği açısından Erdoğan’ın beceremediğini Kılıçdaroğlu becerdi diyebiliriz belki de…)
Dolayısıyla kendisini muhalefette gören herkesin Akşener’e özür borcu var. Niyet o değildi, ama sanki kandırılmış gibi oldu. İsteğinin hayata geçeceğini sandı ve tam da bunu elde edeceği noktada, muhalefet içindeki göreceli siyasi gücü elinden kayıp gitti. Belki de pazartesi günkü toplantıya giderken neyle karşılaşacağını belli belirsiz öngörmeye başlamıştı. Yine de konduramamış, ya da oradan (ikinci kez) geri dönüşün kendisini ve partisini bitireceğini anlamış olabilir. Akşener’in yapmaya çalıştığına ‘tuzak’ denmeyebilir ama tuzak özellikleri olduğu açıktı ve başkaları için tasarladığı ‘pozisyon sıkışıklığına’ şimdi kendisi düştü.
İsteyen birkaç güne sığan bu siyasi anaforu Akşener’in duygusallığına, fazla kurnazlığına, gizlenen egosuna, siyasi beceri eksikliğine ya da muhakeme yanlışlarına bağlayabilir. Ama şu kadarını söyleyebilirim: Yaşananı izleyen ‘deneyimli’ siyaset erbabı bundan daha fazlasının, arka plan ilişkilerinin olabileceğini hesaba katarak konuşuyor. Muhtemelen bizlerden çok daha fazlasını biliyorlar…
Şimdi seçime doğru ‘taze’ bir yola çıkılıyor ve (eğer bütünlüğünü sürdürürse) Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanlığı seçimini kazanması, gerektiğinde Meclis’te çoğunluğu mobilize etmesi en muhtemel sonuç olarak gözüküyor. Bakalım Erdoğan’ın ortakları bu duruma nasıl bir yanıt verecek, nasıl bir strateji geliştirecekler.
Çünkü aksi halde onların da hissettiği üzere ‘siyaset’ yaklaşıyor…