Türkiye’de Ergenekon’un teşkilat yapısına karşı girişilen mücadelenin görünürdeki (demokrasi) ve perde gerisindeki (devleti ele geçirmek) amaçlarının birbirinden çok farklı olduğunu; bunun da Ergenekon’un teşkilat yapısına karşı açılan davaları nasıl murdar ettiğini birkaç yıllık darbe davaları sürecinin sonunda anlayabildik.
Şimdi artık Ergenekoncu zihniyet de Ergenekoncu teşkilat da dimdik ayakta ve çeşitli düzeylerde iktidar yapılarıyla ittifak halinde. (Tam bu noktada, derede karşıdan karşıya geçmek isteyen akrebin kurbağayla kurduğu ‘ittifak’ı ve kurbağanın hazin sonunu hatırlamak yerinde olur.)
Burada Ergenekonculuğu, Mayıs 2011’de yayımlanan Büyük Basında Ergenekon Haberciliği kitabımın önsözünde ifade ettiğim en geniş anlamında kullanıyorum. Orada, Ergenekoncu zihniyeti ve Ergenekonculuğun siyasi mücadele anlayışını şöyle tanımlamıştım:
“Ergenekoncu zihniyet kavramanı devletçi-vesayetçi (gerektiğinde darbeci) bir siyasi anlayış ve pratiğin neş’et ettiği düşünce iklimi anlamında kullanıyorum. Fakat Ergenekon zihniyetine asıl karakterini veren şey, temel zihniyet kalıbından ziyade önerdiği mücadele yöntemidir. Ergenekonculuk, kendisini geriletmeye çalışan siyasi, ekonomik ve toplumsal güçlerle mücadeleyi, onları ‘düşmanlaştırarak’ yürütür. Hedef, insanlarda nefret uyandırarak, ‘düşmanımı kim alt ederse etsin, yöntemini sorgulamam’ duygusunu yaratmaktır.”
Ergenekonculuk, Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidarının ilk 10 yılı boyunca, ‘iktidarda düşman var’ duygusunu esasen bu partinin kimliği üzerinden oluşturdu: Bu iktidarı, programı ya da yapıp ettikleri üzerinden değerlendirmek doğru değildi, bu iktidar kimliği nedeniyle ‘yanlış’ bir iktidardı ve bir an önce her ne pahasına olursa olsun gönderilmeliydi.
Bir kimliği ‘düşman’ ilan edip iktidardan gitmesini talep etmek her şeye rağmen siyasi mücadelenin sınırları içinde bir tutum olarak değerlendirilebilir, fakat bir şartla; iktidarın geldiği gibi yani halk oyuyla gitmesi şartıyla…
Ergenekoncu zihniyetin oyun bozuculuğu da işte tam bu noktada ortaya çıkıyor. Ergenekoncu zihniyet, bu süreçte defalarca şahit olduğumuz gibi her zaman ‘Bu iktidarı kim gönderirse göndersin, hangi yöntemi kullanırsa kullansın, sorgulamam’ tavrını takındı. (Şurada yüz yüze bakıyoruz: Ergenekonculuğun teşkilat yapısının bırakın çekirdeği içinde, en geniş çemberinde bile yer almadığı halde zihniyeti böyle olan milyonlarca insan her zaman olageldi.)
Ergenekonvari yöntemlere dün itiraz edip bugün etmeyenler
AK Parti’yi kuruluşundan itibaren sırf kimliğinden ötürü ‘düşman’ olarak kodlayıp, onun iktidarına karşı ‘kim, hangi yöntemle yıkarsa yıksın sorgulamam’ diye özetlenebilecek bir mücadele çizgisi her zaman olageldi. AK Parti’nin giderek otoriter (sonraki yıllarda da baskıcı) bir eğilim içine girmesiyle birlikte, ilk 10 yılında partiyi ‘dışarıdan’ destekleyenlerin büyük bölümü de yavaş yavaş aynı ‘devirmeci’ siyasi mücadele anlayışının çekim alanına girmeye başladılar.
Burada şu iki noktanın altını kalın çizgilerle çizelim…
Birincisi: AK Parti bu şekilde savrulmasaydı, uzun yıllar boyunca onu Ergenekoncu zihniyete karşı savunmuş olanlar da böyle savrulmayacaktı.
İkincisi: Onların, AK Parti’nin son 4-5 yılına karşı biriktirdikleri öfkeyle iktidarı Ergenekonvari yöntemlerle devirmece hevesine kapılmaları iktidar için bir ‘koz’a dönüşüyor ve iktidar bu tavırdan büyük yararlar sağlıyor. AK Parti iktidarı bu sayede, aslında baş etmekte çok zorlanacağı belki de baş edemeyeceği sıkışıklık anlarını nispeten az hasarla atlatma imkânına kavuşabiliyor.
Bu anlattıklarımı iki örnek olayla açmak istiyorum…
Birinci örnek olay: 17-25 Aralık operasyonu
17-25 Aralık (2013) günlerinde, bazı bakanlarla onların yakınlarını hedef alan yolsuzluk-rüşvet operasyonunun ikili bir yapısının olduğunu savunmuştum da bu nedenle bazı liberal ve solcu arkadaşlarım tarafından ‘utanmaz’ sıfatına layık bulunmuştum. Aşağıdaki satırları, o zamanlar olan bitende sadece ‘yolsuzluk ve rüşvet’ görenlerin şimdi geldikleri noktayı da göz önünde bulundurarak okuyun:
“Ben elbette, hiçbir meşruiyeti olmayan bir ‘yetki’ kullanarak seçilmiş siyasetçilerin oluşturduğu hükümeti yönetemez hale getirmeye çalışanlara karşı siyaseti savunuyorum… Önceliğim burada… Fakat bunu yaparken kendimi, cari yolsuzluk fırtınasını ıskalamamızı önerenlerden ayırmak ihtiyacı duyuyorum.
Çünkü şuna inanıyorum: Siyaseti savunmak, gözümüzün önündeki çok kuvvetli yolsuzluk iddialarını görmezlikten gelerek yapılabilecek bir şey değildir. Siyaseti savunmak ancak -siyaseti ortadan kaldırmaya ant içenler tarafından bir paravan gibi kullanılıyor olsa da- yolsuzlukların faillerinden mutlaka hesap sorulmasıyla inandırıcı olabilir.” (Siyaseti Savunmak, Türkiye, 21 Aralık 2013).
O zamanlar beni ‘utanmazlıkla’ suçlayan liberal ya da solcu arkadaşlarımın bana neden o kadar büyük bir öfke duyduklarını tahmin edebilirsiniz: Çünkü onlar da iktidara duydukları haklı öfkeyle haksız bir noktaya savrulmuşlar, ‘bu iktidarı kim, nasıl gönderirse göndersin sorgulamam’ limanına demirlemişlerdi. Yani ben ve benim gibiler pişmiş aşa soğuk su katıyorduk ve bu kabul edilemez bir şeydi.
İkinci örnek olay: ABD’deki ‘Zarrab davası’
ABD’deki ‘Zarrab davası’ da tartıştığımız perspektiften 17-25 Aralık’a çok benzeyen özellikler arz ediyor. O davanın da ABD’nin Türkiye’deki iktidarla sorunlarını içeren siyasi bir yönü var ve tıpkı 17-25 Aralık günlerinde olduğu gibi işin bu yanı, pişmiş aşa soğuk su katacağı korkusuyla iktidar muhalifi kesimlerce hiçbir şekilde vurgulanmıyor.
Biri sahnedekini, öbürü sahne gerisini gizleme derdinde…
Arada gerçekten de çok büyük bir benzerlik var; yalnız iktidar muhaliflerine bakan yüzüyle değil, iktidar destekçilerine bakan yüzüyle de… 17-25 Aralık’ta iktidar muhalifleri sadece sahnedekileri (ortaya saçılan rüşvetleri) görüyorlar, başka bir şeyi görmeyi reddediyorlardı… Buna karşılık iktidar destekçileri sahneye gözlerimizi kapayıp arkasındaki niyete (darbeciliğe) odaklanmamızı istiyorlardı.
Aslında muhalifler (yani ‘bu iktidar gitsin de nasıl giderse gitsin’ kıvamına gelmiş olanlar) bu tavırlarıyla, sahnede görülenin (rüşvet yağmurunun ve her türlü pisliğin) geri plana atılmasını, görünmez kılınmasını isteyen iktidarın eline büyük bir koz veriyorlardı. Çünkü sahnedeki rüşvet ve yolsuzluk oyununun kulisinde oynandığı için ilk bakışta görülmeyen bu oyun, 'iktidarı kim, nasıl devirirse devirsin yeter ki devrilsin' diyenlerin dışında kalan geniş bir kitle için kabul edilemez bir oyundu. Bunun (17-25 Aralık’ın darbeci yönünün) kabul edilemezliğine hiç işaret etmeyip sadece rüşvet ve yolsuzlukları vurgulayanların iktidarın eline verdiği koz işte buydu. İktidar bu sayede rüşvet ve yolsuzluklardan hiç söz etmemek ve buna rağmen yukarıda işaret ettiğim geniş kitlenin itirazlarının hedefi olmamak imkânına kavuşuyordu.
‘Hem o hem öbürü’ diyen bir muhalefetimiz olsaydı…
Oysa muhalefet bir yandan devlet içinde yuvalanmış birilerinin, hiçbir meşruiyeti olmayan bir ‘yetki’ kullanarak seçilmiş siyasetçilerin oluşturduğu hükümeti devirme girişimine karşı koyarken öbür yandan “ama” deyip ortaya saçılan yolsuzlukların ve rüşvetlerin faillerinden hesap sorulmasını talep etseydi durum çok farklı olurdu. İktidar bu durumda yukarıda tanımladığım kozu kullanamazdı ve o koşullarda yine iddiaların üstünü örtme tavrını sürdürseydi çok ağır bir yara alırdı.
Şimdi, ABD’deki davada da aynı şey oluyor. Davanın siyasi amacından hiç söz etmeksizin salt 17-25 Aralık'ta hesabı sorulamayan rüşvet ve yolsuzlukların bir daha gündeme gelmesi üzerinden iktidarın devrilmesi hayalini kuranlar, iktidarın eline yine büyük bir koz veriyorlar. İktidar bu defa da ‘Zarrab davası üzerinden Türkiye’ye kumpas kuruluyor ve gayri milli muhalefet bunu hiç umursamıyor’ söylemiyle rüşvet ve yolsuzlukları ‘görünmez’ kılma imkânını elde ediyor.
NOT. Bugün, Gülen Cemaati’ne içeriden eleştirileri değerlendireceğim bir yazı kaleme alacağımı söylemiştim. O konuyu pazartesi günü ele alacağım.