Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIBir dizi üzerinden kadınlar ve din

Bir dizi üzerinden kadınlar ve din

Sadece İslam değil, bütün dinler hurafeler ve menkıbeler üzerinden yaşar. Yani dinler, “yaşanan din” üzerinden yaşar. Hiç tereddütsüz söyleyebiliriz ki, içinden hurafeleri ve menkıbeler ayıklanabilse, İslam diye bir din kalmaz, yeryüzünde Müslüman kalmaz. Kaplan’ın ve onun gibilerin parmak sallayabileceği kimse kalmaz. Kaplangiller tamamen işsiz kalır.

Kızılcık Şerbeti diye bir dizi varmış. “Eğer dizi izlemeye tahammül edebilsem, kesinlikle izlemeliyim” diye düşündüm. Hatta bir ara Netflix’te izlediğim birkaç diziyi hatırlayıp “izleniyor ya, insan ölmüyor” dedim, “izlesem mi” diye de geçti aklımdan. Sonra her bölümünün iki buçuk saat sürdüğünü öğrenince, tereddütsüz tornistan ettim.

Anlaşılmıştır herhalde, Kızılcık Şerbeti diye bir dizi varmış ve ben izlemedim. Ama kendime ait hadsizlik rekorlarını kırıp, ondan söz eden bir yazı yazmaya karar verdim. Esasen dizi hakkında sayılır mı yazdıklarım, şüpheliyim. Dizi hakkında yazılmış olanlar hakkında yazacağım.

Zehra Çelenk diyor ki Gazete Duvar’daki yazısına daha başlarken… “Evliliğin adı konmamış bir kuralı şu bizde: İki insan değil, iki aile evlenir. Aile yapıları, anlayışları farklıysa hele, erkeğin ailesi de kadınla taşın altına elini bile koymadan öyle bir evlenir ki… Kadın, çocuk sahibi olup olmama arzusundan evinin temizliği ve düzenine, bedeninden beynine, iyi niyet süsü verilmiş türlü sınır ihlaliyle bir adamın değil bir ailenin tahakkümü altında hisseder kendini.”

Kadın öyle hisseder de, böyle hissetmekte haklı mıdır? Meraklı çocukluğunu büyük bir ailenin içinde yaşamış biri olarak emniyetle söyleyebilirim ki, evet, kadınların büyük bölümü bir aileyle evlenirler ve bir ailenin tahakkümü altına girerler. Dolayısıyla kendilerini bir ailenin tahakkümü altında hissetmelerinde hiç tuhaflık yok. Çelenk’in söylediğine itiraz edecek olsam, “sadece bir adamın değil” ibaresine itiraz ederdim. Çünkü benim gözlemlerimde “ailenin tahakkümü”nün pek az istisnası olsa da, “kocanın tahakkümü” nispeten seyrekti.

Ama bu teferruatı es geçelim, mevzu başka yerde. O “aile tahakkümü”nün öznesi kim? Aile içinde gelinin yapıp ettikleri hakkında istihbaratı yapan, elde ettiği bilgileri normlarla kıyaslayan, sapmalara müdahale etmeye karar veren ve genellikle müdahaleyi de bizzat yapan “kişi” kim? Kayınpeder mi, kayınvalide mi? Sizi temin ederim ki, aile adına gelinin üzerinde tahakküm kurma vazifesini bir başına icat eden, icra eden özne kayınvalidedir. Bir kadındır yani.

Yani?

Zehra hanımın anlattığı hikâyeye, kadın dayanışmasına filan bir altlık çıkmaz buradan. Dizide işler nasıl yürüyor bilmiyorum ama Çelenk’in yazısından hissettiğim kadarıyla da genç evlilerin hayatına sokulan eller kayınvalideye ait. Bir kadına ait yani.

Meselenin biyolojik bir altyapısı var. Anne ile oğul, bilhassa büyük oğul arasında bir tuhaf bağ var. Anne oğluna kimseyi layık göremez, filan. Geçelim bunları. İşin sosyolojik boyutunda “statükoyu izleyen nesillere aktarma” fonksiyonunu üstlenen, genellikle kadındır. Kadının birçok bakımdan katlanılmaz olan kaderinin belki de en katlanılmaz bileşeninin bu olduğunu düşünüyorum.

Düşünün genç bir kadınsınız, bir adamla evlenmiş/evlendirilmişsiniz. Kayınvalideniz bir cehennem meleği gibi her daim tepenizde, yıllarınızı öyle yaşamışsınız. Bir oğlunuz olmuş, büyümüş. Evlenmiş ve… Size hayatı zindan eden ne varsa, oğlunuzun eşine tatbik etmekle vazifeli hissediyorsunuz kendinizi. Benzer şartlarda “ben çok çektim, bana yapılanı gelinime yapmayacağım” diyebilen pek az kadın gördüm. Yaptığının gelininin ve dolayısıyla oğlunun mutluluğuna darbe olduğunu fark etmediğinden yapıyor değildi, kendisine yapılanı gelinine yapan kadınlar. Çok farkında olduklarından yapıyorlardı.

Kadın olmadığıma göre bunlar benim anlayacağım şeyler değil. Erkek olmadığına göre Zehra hanımın da annesi ile eşi arasında iki kolundan çekiştirilen bir erkeğin yaşadıklarını anlamayabileceğini düşünebilirim. Lakin Zehra hanım, maşallah, kafasındaki tuhaf bir kadın prototipi üzerinden “bütün” kadınları anlamış olduğu gibi, anlaşılan o ki benzer bir erkek prototipi üzerinden de bütün erkekleri anlamış olduğuna iman etmiş görünüyor. Temel varsayımları daha ilk adımda, kadına aile içindeki psikolojik şiddetin esas kaynağının yine kadın olmasıyla çuvallıyor ama bir türlü imanı sarsılmıyor. İmreniyorum bu imanlara.

İman demişken, dizinin bir diğer muhataralı vasfına geliyoruz. Anlaşılan o ki —yani benim anladığım o ki— diziyi izleyenlerin bir bölümünün koltuğundaki raptiye de dizi karakterlerinin birinin İslam anlayışında hurafelerin bolca yer tutması. Yine Gazete Duvar’da Gökçen Beyinli mevzuun bu yanına odaklanmış. Bence iyi etmiş.

Esasen meseleyi, galiba ilk defa Yeni Şafak’taki köşesinde Yusuf Kaplan gündeme taşımış. Yakışmış. Neden yakışmış? Çünkü “gerçek İslam” normlarını belirleme tekeli üzerinden kendisine bir kariyer, bir gelir kapısı, itibar pastasından bir hisse talep edenlerin en görünür, en bayat, en yavan, en derinliksiz üyelerinden biri Kaplan. Öyle kafanıza göre bir İslam yaşayamazsınız, bir bilene soracaksınız. Kendinizi bir bilene sorma mecburiyetinde hissedeceksiniz ki, kendi kendilerini “bir bilen” makamına atamış olanların da karnı doyacak. Kendilerini matah biri zannedecekler. Tatmin olacaklar.

Sadece İslam değil, bütün dinler hurafeler ve menkıbeler üzerinden yaşar. Yani dinler, “yaşanan din” üzerinden yaşar. Hiç tereddütsüz söyleyebiliriz ki, içinden hurafeleri ve menkıbeleri ayıklanabilse, İslam diye bir din kalmaz, yeryüzünden Müslüman kalmaz. Kaplan’ın ve onun gibilerin parmak sallayabileceği kimse kalmaz. Kaplangiller tamamen işsiz kalır.

Hıristiyanlıkta Kilise son derece erken çağlarda örgütlendi. Bir norm belirleme merkezi olarak, bu norm belirleme tekeli üzerinden servet temerküzü sağlayarak, siyasi iktidarların meşruiyetini de tayin ederek, yaşanan Hıristiyanlığa ayar vermeye çalıştı. O bile beceremedi maddi ve siyasi gücüne rağmen bu işi. Ama meselemiz bu değil. Kendisini güya Hıristiyanlıkla, Hıristiyan dünyayla, onun bir marifeti olarak gördüğü modernlikle güreş tutmuş gibi göstermeye çalışan Kaplangiller, esasen, İslam’ı Hıristiyanlaştırmaya çalışıyorlar.

İslam’ı hurafelerden temizlemekle vazifeli bir otorite özlemi ve niyeti şüphesiz yeni bir icat sayılmaz. Ancak bu işin ciddi bir proje olarak hayata geçirilmesi, hiç şüphe yok ki, erken Cumhuriyetin bir marifeti. Böyle bakınca Kaplangillerin hepsi, kelimenin tam manasıyla Cumhuriyetçi çocuklar, Cumhuriyetin çocukları. Yaşanan din ise, adı üstünde, ahalinin “demokratik” tavrı, tutumu, tercihi.

Hurafeler, menkıbeler gerçek ve/veya doğru şeyler mi? Bu tür saçma sorularla esas mevzu çığırından çıkarılıyor. Mesele gerçeklik/doğruluk meselesi değil. Mesele, yukarıda işaret ettiğim gibi, hayatta kalma meselesi. İslam da, diğer her şey gibi, hayatta olanların, yaşayanların yaşadıkları üzerinden, onların zihninde, muhayyilesinde, gönlünde hayatta kalıyor. Bir mem yani. Kendisini pek akıllı zanneden, her şeyin değilse de kendi uzmanı oldukları şeyin doğrusunu bildiğini vehmeden bir takım zevatın kanını emip durmasına rağmen bunca asır hayatta kalabilmesi, kendilerine parmak sallanıp duran ahalinin gönlünün yüceliği, muhayyilesinin genişliği, sabrının derinliği sayesinde.

Demokrasi her yerde…

- Advertisment -