Osman Hamdi Bey ideoloji ve dünya görüşü itibariyle vatanını ve devletini şüphesiz seviyordu ama yazdıklarından ve yaşantısından anlıyoruz ki kesinlikle milliyetçi değildi. Dirayetli bir modernleştirmeciydi. Dönemindeki birçok Osmanlı aydını gibi halka mesafeliydi ve halkı beğenmiyordu. Avrupalılaşma ulaşılması gereken bir hedefti ama Oryantalizme de tepkiliydi. Diğer Avrupasever Osmanlı aydınlarından bu yüzden uzak durur ve onları beğenmezdi. Zihniyet farkı ve Batı kültürüne genel ilgisizlikleri sebebiyle Osmanlı bürokratlarıyla da sıkça zorluk yaşadı. Kültürel olarak uzak hissettiği bir toplum içinde kendini İstanbul’a yerleşmiş bir Avrupalı aydın gibi hissediyordu. Mahallesindeki otantik bulduğu bir iki esnafla ilgilenir ama halkla neredeyse hiçbir münasebet kurmazdı. Burjuvalığı küçümsese de aslında tam bir burjuvaydı. Ayrıca sandığından çok daha muhafazakâr ve konvansiyoneldi. Müzesinde, okulunda, Kuruçeşme’deki yalısı ve işliğinde, Eskihisar’daki yazlık evinde gözlerden ırak Avrupai bir hayat sürmeye çalışırdı. Eşlerinin ikisi de Fransızdı ve evde ezici çoğunlukla Fransızca konuşulurdu. Türkçe nadiren duyulurdu.
1894’ten beri Düyun-ı Umumiye Osmanlı vekilliğini yürütmüştü. II. Meşrutiyet’in hemen başında 1908’de kendisine Maarif Nazırlığı teklif edilse de reddetti ve 24 Şubat 1910’daki ölümüne değin müze ve okul müdürü (yirmi yedişer yıl) olarak kalmayı tercih etti. Bu uzun süren müze ve okul müdürlüğü zamanında kurumsallaşmaya katkısı yüksek oldu. Profesyonelliğe dikkat etti. Ancak bunu bozduğu da oldu. Zaman zaman şahsi davrandı. OHB müze ve okula dair oturttuğu sistemde herhangi bir değişim istemiyordu. Farklı bir yöne gidişi engellemek ve başkalarına güvenmediği için kardeşlerini (İsmail Galib, Halil Edhem), oğlunu (Edhem) ve damadını (Vahid) bu konularda bizzat eğitti. Onları hem müzede hem de okulda önemli makamlara getirdi (basbayağı beşik ulemalığı). Ölümünde müze ve okulu onlara bir anlamda miras bıraktı.
Şahsi hayatında ve müze ve okul için kurduğu sistemde resim, arkeoloji, müzecilik, eğitim körü körüne taklit edilmeden Batı’dan mülhemdi ve uyarlamaydı. Batı’yla rekabet etme amacıyla tasarlanmıştı. Devletini, Avrupa’nın giderek artan yayılmacı ve tahakkümcü politikalarına karşı korumaya gayret etti. Bu uğurda Osmanlıları bile eleştirmekten sakınmadı. Bu arada Batı’dan da nefret etmedi. Oraya hep gıptayla baktı. Batılı değerlere inandı, büyük kısmını içselleştirdi. Lakin yeri geldiğinde orayı da Osmanlıları tenkit ettiği gibi eleştirmekten geri durmadı. Özellikle kendini küçümseyenlere karşı cehdle çalıştı.
Müzeci OHB
Bu itibarla müze eskinin, antikitenin ve İslami eserlerin sergilenmesinden ziyade bunları sergileyen Osmanlı modernliğinin sergilendiği mekân oldu. Müze Londra British Museum’ı örnek almasına ve OHB tarafından yeniden teşkilatlandırılmasına rağmen sarayın duvarları arkasında gözlerden uzak, halktan ve kamusal alandan kopuk inşa edilmişti. Bu durum müzelerin asıl işlevi olan halkla geçmiş arasında bir bağ kurmanın hedeflenmediğini göstermesi bakımından önemlidir. Bu yüzden zorla getirilen öğrenci toplulukları hariç neredeyse sadece saraya gelen ekâbir ve süfera tarafından ziyaret edildi. Müze OHB’in ölümüne değin neredeyse Rönesans cabinetleri gibi sadece devlet adamlarının tefekkürhanesi olarak kaldı.
Ressam OHB
Resim belki de en sevdiği işti. Beceriksiz sanat tarihçilerinin onun tablolarından birine anlamsız biçimde taktıkları isim Kaplumbağalı Adam oldu. Bu tablosu bugün inanılmaz bir üne kavuştu. Gelgelelim ne fikir orijinaldi ne de kompozisyon. Bir Japon kupüründen mülhemdi. Takılan isim ise akıllara zarar oldu. Türkiye’de OHB üzerine yorum yapan sanat tarihçilerinin biri bile onun tablolarını bilimsel olarak incelemekten aciz kaldılar. Hangisi iyi Osmanlıca biliyor o da şüpheli ya! Bu yüzden OHB’in tablolarındaki muziplikleri ıskaladılar. Abartılı, hatalı yorumlar yaptılar. Cami içinde mushaf parçalarını ayakları altına almış, arkası mihraba dönük, sarı elbiseli hamile kadın tablosu da gerçekten çarpıcı bir parçadır. Ama yine sanat tarihçileri onu yanlış isimle andılar ve Mihrab(ım) dediler. Ama asıl adı Yaratılış (La Genèse) idi. Bu tabloyu da sanat tarihçileri yanlış yorumladılar. Büyük bir dünyevilik (seküliyerlik) örneği sandılar ve kadının rahme (doğurganlığa) sahip olması sebebiyle ulviyetine yaptığı vurguyu ıskaladılar.
OHB genelde, gerçek hayatta bir arada olmayan etnik ve dini objeleri farklı mekânlara toplayıp onların fotoğrafını çekip karelere bölüp tabloya döktüğü resimleriyle birçok ödül aldı. Avrupalı meslektaşlarına karşı resmiyle üstünlük sağlamaya çalıştı. Oryantalist tarzda resim yaptı ama bunu ötekileştirici Batılı basmakalıplardan kaçarak adeta en iyisinin kendisi tarafından yapılabileceğini iddia ederek gerçekleştirmeye çalıştı.
Müteakip[1] bölümde makalemi yayımlamayanların hoşuna gitmeyen diğer özellikleri de belirtip bitireceğim.
[1] Türkçede yanlış olarak gelecek kullanılır. Bunu duraklar için de duyuyorum: ‘Gelecek durak Fındıklı…’ Durak gelmez biz gideriz. Ya takip eden ya da müteakip durak denmelidir. Nitekim çeviri yaptığımız İngilizceyi düşünürsek o dilde next station denir ve burada next gelecek demek değildir! Her şeyi ben hatırlatamam ki sizler de biraz gayret edin. Yetkilileri ikaz edin lütfen.