Erzurum’da ürkütücü bir hadise vuku buldu.
Olanların neden olduğunu anlamak zor değil. Kendi yaktıkları ateşi körüklemek konusunda bir hafta boyunca olağanüstü bir performans sergileyen AKP ve MHP oyuncuları, İmamoğlu’nun Erzurum’a gidişini bir fırsata çevirmek istedi.
Burada bir parantez açıp, AKP’nin ve MHP’nin Genel Başkanları hakkında yaygın olan kanaatleri sorgulamakta fayda var. Muhalif, muvafık hemen herkes az veya çok hemfikir ki, Bahçeli denen şahıs perde gerisinde kurulan oyunların senaristidir ve memleket sahnesinde Bahçeli’nin makamından onay almamış herhangi bir oyun sahnelenemez. Ve yine hemen herkes hemfikir ki Erdoğan bir siyaset ustasıdır. Sandıktan çıkmak konusundaki performansı da delildir ki seçmende rıza üretmek onun işidir.
Beni bilen bilir, bu önermelerin ikisine de hep muarız oldum.
Bahçeli’ye atfedilen vasıfların da, ilişkiler ağının da birer masal olduğunu düşünüyorum. Hakkındaki kanaat, basitçe, kehanetin kendisini doğrulamasından kaynaklanıyor. “Bahçeli işaret ettiyse bir şeyler olacaktır” diye onun işaret ettiği istikamete bakılınca, olan biten ondan bilinmeye başlıyor.
Erdoğan’ın sandıklardan istediğini alıp durması da bir yanıyla kehanetin kendisini doğrulaması olarak görülebilir, çünkü başta Baykal ve sonra da Kılıçdaroğlu Erdoğan’ın asla yenilemez olduğu kanaatini —kendi koltuklarını korumak kastıyla— beslediler. Rakipler sahaya yenilmek için çıkınca, Erdoğan galip başladığı her doksan dakikayı farkı açarak kapattı. İlave olarak Erdoğan, herhangi bir maçı adil şartlarda oynamaya yanaşmadı. Hakemleri satın aldı, rakiplerine çift daldı, ofsayttan gol attı. “İyi oyuncu”, bütün bu çirkinliklere müracaat etmeden maçı kazanan oyuncuya denir, Erdoğan gibilere değil.
Parantezi kapatıp Erzurum’a dönecek olursak, Erdoğan Bahçeli ekürisi, kaybetmekte oldukları maçı çevirme ümidiyle, rakip ceza sahası içinde rakip oyuncuya dirsek atıp kendilerini yere attılar. Daha önce benzer işler yaptıklarında rakip kırmızı kart görüyor, beyzadeler de bir penaltı kazanıyorlardı. Bu defa öyle olmadı.
Bir an Erzurum’da yaşanmış olan insanlık dışı işlerin yaşanmadığını, İmamoğlu’nun konuşmasını yapıp, faaliyetlerini tamamlayıp İstanbul’a döndüğünü varsayalım. Önümüzdeki Pazar gerçekleşecek skorda herhangi bir değişikliğe yol açmayacaktı o faaliyetler. Sıfır virgül bir puan bile değişmeyecekti netice. Ne olacaktı ise o olacaktı.
Ne olacak olduğunu bilmiyorum. Kimse bilmiyor, çünkü henüz olmadı. Ancak herkes, canhıraş bir biçimde, önümüzdeki Pazar akşamı sandıklardan çıkacak olan oyların dağılımının nasıl olacağını tahmin etmeye çalışıyor. Anketler, gözlemler yapılıyor. Anlaşılan o ki, AKP cenahındaki tahminler iç açıcı değil. Olmadığından böyle biçimsiz hamlelere ihtiyaç duyuluyor.
Peki, provokasyonu tezgâhlayanların beklentileri neydi? İmamoğlu zoru görünce kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp İstanbul’a kaçacak. Arbededen yeterince uzaklaştığına, taşların kendisine değmeyeceğine emin olduğunda, medyayı karşısına dizip mızmızlanacak. AKP adına söz alanlar “bu oyun erkek oyunu, beceremiyorsanız oynamayalım” diye üste çıkacaklar. Zaten endişe içindeki muhalif seçmenin bir bölümünün ürkekliği tavan yapacak. Muhalif kanatta süngüler düşecek. Son bir hafta böyle bir psikolojiyle geçirilecek. “Memleketi bunlara mı bırakacaksınız” propagandası vites büyütecek. Filan.
İmamoğlu kaçmayınca… Meydandakilerin emniyetinden emin olmadan Erzurum’u terk etmeyince… AKP’nin ve onun güya siyaset dehası Başkanının bildiği biricik oyun, bu defa boşa gitti. Yani İmamoğlu dirseği yiyince düşmedi. Ayaklarını ayağına takıp düşeceklerini tahmin edip kendisini kenara attı. Siyaset dehası Erdoğan kendisini yere attı ama hakem penaltı çalamadı.
Erdoğan açısından daha fenası oldu. Kaftancıoğlu muhalif seçmeni Sabiha Gökçen’e davet etti. Gündüz Yeşilköy’de kendince şov yapan Erdoğan’ın şovu güme gitti. Yandaşlar bile Erdoğan’ın mitingini konuşmadılar. Çamur atmak için bile olsa, İmamoğlu’nun Sabiha Gökçen’deki şovunu konuşmak zorunda kaldılar.
Bütün bunlardan çıkarmamız gereken ders ne?
Bir adım geri atalım. Eğer İmamoğlu 31 Mart gecesi “hak yemem, hakkımı yedirmem” diye ayak diremeseydi, sonra 6 Mayıs’ta “hodri meydan” diye kolları sıvamasaydı, 23 Haziran’daki netice ortaya çıkmayacaktı. Şimdi de, eğer İmamoğlu ve Kaftancıoğlu sütre gerisine çekilip “ama bunlar adil oynamıyorlar” diye mızmızlansalardı, önümüzdeki Pazar olacaktı olan olmayacaktı, değişecekti.
Dikkat isterim, eğer İmamoğlu ve Kaftancıoğlu emin limanlara çekilip “ama haksızlık” diye ağlaşsalar, haklı olacaklardı. Haklı ve mağlup. Önce Baykal ve ardından Kılıçdaroğlu, yıllarca, ne kadar haklı olduklarını anlatıp durdular. Mesele şu ki, maçın sonucu kimin haklı olduğuna göre belirlenmiyor. Oyunun icaplarını kimin yerine getirdiğine göre belirleniyor. Bu seçimin neticesi öncekilerden farklı olacaksa, muhalefetin heybesinde haklılıktan fazlası olduğu için olacak.