Tayyip Erdoğan’a sorabildiğiniz soruları bana sorun. Ona soramıyorsanız bana da sormayın”. Beş yıl önce cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olan Muharrem İnce Düzce mitinginden sonra otobüsündeki gazetecilere söyledi bu sözleri.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın soru sıkıyönetimi düşünüldüğünde bir an “haklı” bir sitem sayılabilecek bir konuda kurulabilecek en talihsiz, en olmayacak cümleydi bu. “Bana öyle sorularla gelin” kısmı da facia, öyle olmazsa da “Sormayın” bölümü de ayrı garabet. Tutulacak yeri yok…
O tarihte Cumhurbaşkanlığı koltuğunda dördüncü yılını tamamlayan, iktidarda 20. yılını dolduran Erdoğan’ın alamet-i farikalarından birisi zaten “soru sordurmamak”. Siyasi kariyerinin ilk dönemlerinde, yani ortamı henüz tümüyle kontrol edemediği durumlarda bile işine gelmeyen “korsan soru”lara karşı sert çıkışları, azarlarıyla da ünlü. Erdoğanizm denilen mefhumun Basın ve Halkla İlişkiler disiplini.
Kibir Lugatı’nda mazeret yok
Üstelik otoritesi soru sordurmamayı kat be kat aşan mertebede. Zira sadece kendi kanallarında, kendi gazetecilerinin sorduğu soruları yanıtladığı, kendi kurgusundaki, dekorundaki “basın toplantıları”na çıkıyor. Değişmez kural.
Bir rakibiyle, mevkidaşıyla, farklı gazetecilerle yüz yüze geldiği, tartıştığı, hatta karşılaştığı bir durum yok hükümdarlığında. O ulu kuralını son derece doğal, sıradan bir durum gibi kabullendirmiş de artık. Lafını bile etmiyorlar, bahaneye bile gerek duymuyorlar. Kibir Lugatı’nda mazerete, bahaneye yer yok zaten.
Soru sormada yeni format
Lâkin otoritenin, kayıtsızlığın o derecesini bunlar da tanımlamaya yetmiyor. Seçilmiş, üstüne üstlük yerlere kapanan sadakati/maharetiyle saraya atanmış, yetmemiş her toplantıdan önce konuya uygun biçimlendirilen “gazeteci”leri, medya figürleri var.
Bu ortaoyununda önceden hazırlanan cevaplara göre sorulandırılmış “basın toplantıları” formatıyla bile tanıştık. O manzaraya tüyü de hazır yanıtları içeren prompterlar dikiyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Bırak ‘sorular’a vereceğin cevapları, bana edeceğin hakaretleri bile promptera yazdırmak zorunda kalıyorsun” çıkışı mübalağa sayılmıyor böyle ortamda.
Sorularda İnce’liğin sınırı
Bu manzarada İnce’nin yazımın girişindeki cümlesi her kelimesi, vurgusuyla dökülüyor tabii. Her şeyi geçtik onlar “soru” da değil. İnce’ye de böyle, o makamdan sorular sorsalar mevzu “Bu mükemmelliğinizi neye borçlusunuz?”u andıracak. Arzusu da o mu, bilemiyorum.
Neyse ki oradaki gazetecilerden biri çıkıp da “Seçimde eğer sizi tercih edeceklerse, iktidara, liderlere soru sorabilmek, demokrasi vaatlerinizi şahsınızda da görebilmek için seçecekler zaten” yanıtını yapıştırmamış. Tam İnce’liğin sınırlarını zorlayacak soru kanımca…
Ancak İnce’nin o cümlesiyle berbat ettiği “mesele”, Cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu’nun gençlerle, halkla “herkese açık” yaptığı toplantılarda hep kulağımda çınlıyor. İlkini esefle, ikincisini takdirle hatırlıyorum. Çünkü İnce “Erdoğan’a soramadığınız soruları bana sorabilirsiniz” diyemedi. Öyle bir hoşgörüye, soğukkanlılığa, duruşa da sahip değildi fikrimce.
“Her soruyu sorabilirsiniz”
Kılıçdaroğlu’nun iktidarın bir bölümünün ellerini ovuşturarak saldırgan bir hevesle, muhalefetin bir kısmının iktidarın yarattığı saldırı, yalan, iftira fırtınasının ortasında endişeyle beklediği BaBaLa TV’deki “Mevzular Açık Mikrofon” programı mesela.
Kılıçdaroğlu’nun salona girer girmez ilk cümlesi, “Herkes gönlündeki soruyu mutlaka sorsun. Arzu ettiğiniz her soruyu sorabilirsiniz” oldu. Üstelik programın moderatörü Oğuzhan Uğur’un rakamlarıyla başta 243 AK Partili, 81 MHP’li olmak üzere YRP’li, Memleket, Zafer Partili, küskün CHP’lilerle birlikte yüzlerce seyircinin tıklım tıklım doldurduğu salonda kurdu bu cümleyi. Birkaç kez tekrar ederek…
“Çanak soru”lara bariyer
Ötesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’da ana-tartışılmaz kural olan yandaşların “çanak soruları”na mecbur kalmadan, ihtiyaç duymadan. Çanak soru girişimine Uğur da izin vermedi, böyle bir soru girişimini daha sorulamadan gözümüzün önünde engelledi zaten. Genelde hepsi sert, tonlaması saygı sınırını pek zorlamasa da çoğu niyeti, yargılarıyla keskin sorular.
Hem de sekiz saati bulan, “jumpcut”la soru-yanıt aralarının kesildiği, konuşmaların hızlandırıldığı montajlanmış hâliyle bile dört saati geçen bir maratonda “soru sormaya aç” gençlerin karşısında… Soru yağmuru.
“Prompter”lara mecbur kalmadan, süreçteki herhangi bir “arıza”da donup kalmayan, uzun “es”lerle, hatta” ıhh”lar, “hmmm”larla bölünmeyen bir performansla… Ve tebessümle; onun kıvrımına bile iktidarda rastlanmıyor. Mütevazı stili de iktidarda asla göremeyeceğin, kazayla rastlasan hayretlere gark olacağın, gözünü ovuşturacağın bir şey.
“Soru sorabilmemiz büyük lüks”
Pas geçmeden, fazla evirip çevirmeden soruların tümünü yanıtladığını söylemek mümkün sanıyorum. Özgüvenli, hep sakin, kibar, gülümseyen yanıtlar. Dün akşam saatleri itibariyle YouTube’da sadece o sitedeki görüntülenme sayısı 21 milyonu çoktan aşmış.
Evet, böyle bir ortamda büyük cesaret… Gazetecilere, halka, gençlere “Tüm sorularınızı yanıtlayacağım” demek demokrasilerde bir cüret/cesaret değil bir gereklilik de olsa bu ülkede öyle. Zira iktidarın ekranlara ulaşabilen bir muhalifi yalnız bırakmadığını, onu her yolla, bu mevzuda deneyimli, örgütlü taarruz güçleriyle hırpalamaya, tahrip etmeye çalıştığını biliyoruz.
BaBaLa TV’deki muhalif bir genç bile sorusunu sormadan önce “Biliyorsunuz soru sorabilmemiz büyük lüks…” diyor. Lâkin bu cümlesi Kılıçdaroğlu’na bir takdir, bir teşekkür ifadesinden ziyade, sert sorusuna bir mazeret bulma çabası gibi. Olsun… Böyle itiraflar, hisler bile önemli.
Hiçbir şey yerli yerinde değil
Kamuya açık toplantıların, programların “sağlıklı”, objektif işleyişi, soru soranların sosyolojisi, kurgusu, bileşimi de demokrasiyle ilgili asgari bir seviye, en azından öyle bir niyet gerektiriyor. O yönde bir eğitim, tecrübe de…
İktidar buna dekor düzeyinde bile gerek duymuyor. Öyle bir “tiyatro”ya bile pek ihtiyaçları kalmadı. Demokrasilerde açık, saydam olması gereken, düzenli bilgilendirmeyi şart kılan her icraat, iştigal sımsıkı kapalı kapılar ardında keyfe keder. Sorusuz-sorgusuz… Pervasızlık, kayıtsızlık, toplumu toplum, halkı halk, insanı insan yerine koymamanın sefası ise apaçık.
Resmi istatistikler, seçim sonuçları bile bir şekilde “oyun”a dönüşürken, Milli Şans Oyunları da şansa dayalı bir oyun olmaktan çıkmış bu hengâmede. Hiçbir şey demokrasilerdeki gibi yerli yerinde değil. Lâkin olmaması gereken birçok şey göz önünde.
Soruyla ekilen kuşku tohumu
Muhalefetin, liderlerin halka açık toplantıları da bu oyundan, düzenden payını alıyor. “Trol” kelimesinin siyasette normal işleyişin sıradan bir paydasına, bir tür orduya dönüştüğü, örgütlendiği/ödüllendirildiği, hatta en olmadık, üst mevkilerde rütbelendirildiği bir ülke Türkiye. Mühimmatının arasında düşmanlıktan nefrete, hakaretten küfre, yalandan montaja yok yok.
Böyle bir ortamda iktidar çevrelerinin soruları kolayca projektör ampulünün altında haksız bir sorguya, pervasız bir ithama dönüşebiliyor. Hatta bazı “görevli”ler soruyu yanıt almak için değil zaten cevabını bildiği, doğru olmadığı defalarca açıklanan meseleye bir kuşku tohumu ekebilmek, onu kendi istediği/planladığı yanıtın kalıbına yanaştırmak, karşısındakine yapıştırmak için soruyor.
Sızan troller de ifşa oldu
BaBaLa TV’nin dikkatine karşın toplantıya sızan “trol” örneklerini orada da gördük. Katılmasını, sızmasını engellemek imkânsız gibi… Yüzü mozaiklenerek görüntüleri verilen trollerden birisi, henüz yayın başlamadan soysal medyada kendi yalan yayınına, dezenformasyon bombardımana başlıyor. Uğur bunu ortaya çıkarınca da “Ben şu an can güvenliğimden olayı burayı terk etmek istiyorum” diyerek sıvışıyor. Giderayak yine bir trollük, ortalığı karıştırma çabası…
Diğeri daha kibar, kamuflajı daha iyi biçilmiş… Bu seçimde oy verene kadar AK Parti teşkilatlarının kapısının önünden geçmediğini söylüyor. Ardından sosyal medyada Süleyman Soylu, Binali Yıldırım ve AK Parti mitinglerindeki fotoğraf albümü yayınlanıyor.
Buna rağmen hem Kılıçdaroğlu, hem de Canan Kaftancıoğlu sosyal medyadaki o mesajların kaldırılmasını, paylaşılmamasını, o seyirci hakkında öyle şeyler yapılmamasını rica ediyor. Kılıdaroğlu’nun kendilerine muhalif gençlere, halka karşı bir iğneleme, öyle bir ima bile yok söyleminde.
Sorulandırmanın halk versiyonu
Bu türsoru yağmurlarının önemli bir kısmı, insanın çabasını karşılığını kendi kafasında çoktan verdiği, hakikat öyle olmasa da öyle ezberlediği cevaplara göre sorulandırmasıyla da ilgili. Yani iktidardaki cevaplara göre sorulandırma yönteminin “halk” versiyonu aynı zamanda.
“Ben sorumu sorayım ki ortalıkta böyle ‘soru’lar olduğu varsayılsın”a kadar giden pervasızlığın uç örneklerini de her gün görüyoruz. O gerçekten şımarık, arsız çoluk çocuk işi, iftiranın, pervasızlığın, utanmazlığın en ucuz, süflî başyapıtı “Kılıçdaroğlu-Karayılan” montajı misal. O montajın kullanıcılarına/satıcılarına yöneltilen “danışıklı/danışıksız” soruların “velev ki” yanıtlarına, küstah itiraflarına bile şahit olduk.
“Soru sorma”nın düpedüz bir saldırı aracı olarak kullanılmasının en beter örneği “yalan(cı) sorular”. Önce gerçek(te) olmayan bir iddia, iftira, montaj vs. yuvarla, yay ortalığa, ardından da tüm sorularını “o yalan” üzerinden üret. Yalan üssü de var, ona mühimmat soru bankası da… O nedenle basmakalıp çoğu soru da, bilinçli-bilinçsiz yalan üzerine kurulu. Bu örnekte “başkasının yalancısı” olmak da mazeret değil.
“Değer”leri gösteren sorular
Bu sahneler değerlerin öyle bir “sosyal psikoloji”de ne hâle gelebileceğini de gösteriyor. Tolumsal “değer silsilesi”nin, hatta o pek sevilen “delikanlı değerler”in bile hâl-i pür melaline, rezaletine her an tanık oluyoruz. Bu yoklukta soru sorma psikolojisinden ya da insanı bir toplantıda soru sormaya yönlendiren psikolojik itkilerden, hatta bunun bazı ortamlarda bir tür takıntıya dönüşmesinden de söz edilebilir sanıyorum.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a soru işaretiyle bitecek bir cümle kurmaya ürken, cesaret etse de öyle bir hakkı, fırsatı da asla olmayan insanlar, ona böyle bir hakkı tanıyan kişileri bunaltıyor mesela. Hatta bunun bazen bir “buldumculuk”a, ötesi bir hınç almaya dönüştüğünü de görebiliyoruz.
“Kolay lokma” muhalife vurmak
Bunun en biçare, uç karikatürlerini iktidar ekranlarında da izliyoruz. Aralarına kendi televizyonlarında -elbette- istediği kıvamda, dozajda “muhalifimsi”, “adı vaktiyle öyle çıkmış” kolay lokma bir figürü alıyorlar. Sonra da yancıların sırıtarak, kahkahalarla “Vur abalıya…” şovlarını seyrediyoruz.
İşin komiği, kapkara mizahı, “o muhalifler”in bazısı bu duruma razı, alışmış, hatta zevk almaya bile başlamış gibi geliyor bazen bana. O ekrana çıkabilmelerinin “bedel”leri arasında böyle şeyler de var tabii. “Yazık…” diyeceğim ama öyle bir hüznün bile “bahşedilemeyeceği” bazı örnekler birikmiş içimde.
Soruyla şahsiyet organizasyonu
Soru sorma psikolojisinde kendini, kimliğini sorduğu soruyla ispat etmeye, o yolla “Bu koca toplantıda ben de varım” demeye çabalayan da çok. Normal görülebilecek, insanlık hâli denilebilecek bu durum, bazılarında eğretiliğiyle, o andaki “şahsiyet, karakter organizasyonu”yla göze batıyor.
Onun da niyeti soru sormak değil. Yanıtı kendince biliyor zaten, hep bilmiş. Cevabını bilse de hatta cevabı önemli olmasa da “nutku”nun sonuna format gereği bir “soru” ekleyerek vitrine ilişme telaşı görülüyor. Moderatörlerin “Artık sorunuza gelelim…” müdahalesi böyle toplantıların kalıp cümlelerinden. Çoğunun yüzünde “Aaa o da mı vardı?” türünden bir ifade.
“Bana sorunu söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” ahkâmını kesebiliyorsun böylesine dağılmış, savrulmuş bir ortamda. “Maksadı üzüm yemek değil bağcı dövmek” de sırada bekliyor. Bazısı jestleri, beden diliyle kollarını sıvarken, bazısı da o niyetle kelimelerini sıvazlıyor, bileyliyor.
O programa iktidar çıksaydı…
Seçime üç gün kala yayına giren BaBaLa TV’nin programı bu ortamda iktidar için bulunmaz nimetti. Kendi liderlerinden hiç görmedikleri için belki el ovuşturulacak bir hayret de… Daha başlamadan, yayınlanmadan bu hevesi, akını gördük o çevrede. Sonrasında ise biçare karalama furyasını.
Fikrimce her şeye rağmen Kılıçdaroğlu bu sınavı başarıyla verdi. Ama bu kıymetli başarının, ana hasımlarının asla cesaret edemeyeceği bir ortamda onlara meydan okuyuşunun, “Gelin karşıma…” davetinin etkisini son sandıkta göreceğiz elbette. Sadece iki zıt politika tasavvuru değil Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’la tümüyle zıt stilinin seçmen nezdinde itibarı da seçimde yarışacak.
Sonuç ne olursa olsun beni dipdiri tutan bir soru da var aklımda: “Acaba aynı programa iktidarın ana ortağı iki lider çıksaydı manzara ne olurdu?” Bu soruya yanıtımın, o manzarayı tahayyül ederken gözümün önüne gelen, beni bazen hınzırca, bazen acı acı gülümsetecek sahnelerin son derece net olması bu mücadelede durduğum yeri, psikolojimi sağlamlaştırıyor. Umudumu koruyor, onun “bir tek an”a sabitlenmesini engelliyor.