Modern’in mimarı çok sayıda ödül sahibi olan Renzo Piano.
“Dünyanın en iyi müze tasarımcısı” olarak da ünlenen Piano’nun İstanbul’da bir eserinin olması birçok kişi gibi benim için de heyecan verici.
Osmanlı modernleşmesinin bir kırılma noktasını simgeleyen Nusretiye Camii’ni, bu önemli anıtı bir parça perdelese de, sanki geçici bir inşaatmış gibi kıyıya yerleşen bu hafif yapıyı mimari açıdan beğendiğimi de söyleyebilirim.
Ayrıca her ne kadar bu açıklık (meydan) güvenlik duvarları ile tam ortadan bölünmüş ve bazı bölümleri kapatılmış olsa da, Tophane meydanının geri kazanılması ve Saat Kulesi’nin ortaya çıkarılmasını da.
İlginç olan, belki söylemek bile fazla, Türkiye’nin ilk modern sanat müzesinin imparatorluk tarihindeki bir kırılma noktasını simgeleyen bir yerde inşa edilmesi. Bir bakıma yerin hafızası açısından bir süreklilik olması. Geçmişte yabancı elçilikler tarafından kullanılan bu alanın devletin resmi tören alanına dönüşmesi… Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetici elitinin de bu sahil şeridinin devamına yerleşmesi.
İstanbul Modern yabancılara sanki hala “bakın ondan bizde de var” diyor ve aynı yeri kullanıyor.
Renzo Piano mimarlık dünyasında çok tartışılan – şok etkisi yaratan- yapısıyla, 1977 yılında tamamlanan Centre Pompidou ile tanınan bir mimar. Acaba o mu bu yapıyı yarattı, yoksa yapı (bu yapıda sergilediği fikirler) mi?
3. Napolyon’un valisi Baron Haussmann’ın yeniden biçimlendirdiği Paris’in merkezine, tam da 19. yüzyıl dokusunun ortasına Centre Pompidou (Beaubourg) Kültür Merkezi adında dışarıdan sanki bir rafineri gibi gözüken endüstriyel bir yapı oturtmak…
Yapının sanki özellikle havalandırma, iklimlendirme boruları, taşıyıcıları, merdivenleri dışarı çıkartmak, hacmi özgür bırakmak…
Yapının dışına yerleştirilen gergiler ve eklemli mafsallarla büyük açıklık geçen kirişler (ve onlara eklenen “gerberette” adı verilen yapı ögeleri) tasarlamıştı. Böylece, Piano biçimi bir kenara bırakmış, yapının tesisat kanallarını, bağırsaklarını dışarı atmış, hangar gibi bir boşluk yaratmıştı. Centre Pompidou zaman içinde değişebilecek, farklı eylemselliklere açık olacak bir mekan olarak tasarlanmıştı, kendisi ve ortağı Richard Rogers tarafından.
Öğrenciliğimde maketini yapmıştım, daha ilk mimarlık tarihi dersinde Piano ve Rogers’in yapılarında ortaya koyduğu fikirleri hocalara anlatmak için. Centre Pompidou’da ve ondan önceki yapılarında sergiledikleri düşünceleri, açık mekan fikrini nasıl işlediklerini göstermeye çalışmıştım. Bunları ilişkilendirmek için de kütüphanede uzun süren bir araştırma yapmış, Architectural Design (AD), Architecture d’Aujourd’hui (AA) gibi dergilerin eski sayılarından projelerini bulmuştum.
Mekanın zamansallığı ile eylemlerin zamansallığını ayrıştırmak o tarihlerde ne müthiş bir fikirdi!
Hele söz konusu kalıcı bir anıta dönüşecek yapı olursa. İçindeki eylemler, etkinlikler çok daha kısa aralıklarla değişiyor. Bu nedenle bu yapıyı sanki bir depo gibi düşünüyor, zaman içinde gerçekleşen her türlü değişikliğe cevap vermesi için.
Tam da o tarihlerde kamu erkini kullanan, köşe başlarını tutmuş kimi uzmanlar “tarihi çevreye uyumlu” basmakalıp mimari tasarımlardan söz ederken.
O tarihlerde yalnızca şehrin içindeki antrepolar değil, endüstriyel tesisler, havagazı fabrikaları, mezbahalar işlevsiz kaldı. Küresel enerji ağına bağlanan bir şehirdeki eski elektrik ya da gaz fabrikalarını kömürle çalıştırmak, şehrin merkezindeki depolarda gümrüklü malları bekletmek artık mümkün olmadığı gibi ait oldukları kurumsal kamu yapılarının bu dönüşümü yönetmeleri de değildi.
Acaba yanlış mı hatırlıyorum?
Onun gibi avantgard mimarların yenilikçi, sorgulayıcı fikirleri o zamanki Akademi’deki durgun suları epey rahatsız edecek eleştirel bir öğrenci hareketine yol açmıştı:
Resmi, sekülerleşmemiş mimarlık ve sanat söylemleriyle askıya alınmış olan şehre yaratıcı fikirlerle “yaşam öpücüğü vermek”….
Disipliner zekayı yeniden üreten pratikleri müzeler, kültür merkezleri, kamusal alanlar üzerinden tersine çevirmek….
Sabitleme, kapatma, ayrıştırma değil, deneysellikle kamusallığın geri kazanılması için mimarlığı bir kaldıraç olarak kullanmak…
Dahası modernleşmenin seksiyonlaşmış zekasını, kompartımanlara ayrışmış kamusallık biçimini sökmeyi önermek…
Şimdi merak ediyorum, bu yaşlı (ya da artık “genç olmayan” diyelim, aniden müthiş bir üne kavuşmasına yol açan Centre Pompidou tamamlandığında 34 yaşındaydı) star mimarın giderek bir “mimari proje fabrikası” halini almış günümüzdeki kişiliği –mimarlık öğrencilerini hayalleri peşinde koşturan- gençlik fikirlerine acaba ne kadar uyuyor?
Şehrin modernleşme tarihi açısından derin izlere sahip kıyısının -ve ilk resmi kamusal alanının- dönüşümü acaba bu ünlü mimarda nasıl bir motivasyon yarattı? Şehrin merkezinin, Beyoğlu’nun kıyılarını yarım asırdan fazla, tıpkı bir “Berlin Duvarı” gibi kapattıktan, denizle ilişkisini kopardıktan ve sonrasında da on yıllarca işlevsiz kaldıktan sonra!
İstanbul Modern’i ve AVM’lere, rezidanslara, otellere dönüşen çevresini gördükten sonra, o arada geçen yarım asır boyunca Antrepoları yıkmadan kullanmak, farklı işlevlerle şehrin kamusal hayatını zenginleştirmek için bir deneyim elde etmek bana mimarlığa daha yakınmış gibi geliyor.
Piano da sanki bu meseleyi sorun etmiyor muydu? Acaba yanlış mı hatırlıyorum?