Uzun zamandır cezaevinde olup henüz mahkeme yüzü görmeyen HDP eş genel başkanı Selahattin Demirtaş ile kaç kere içeri girip çıktığını sayamaz olduğumuz eski basın sözcüsü Ayhan Bilgen, farklı zamanlarda yaptıkları açıklamalarla, partilerinin yakın dönem siyasetlerine dönük düşüncelerini ifade ettiler. Bunlar eleştirel bir hava taşıyor.
Söz konusu eleştirel ifadelerin iki yıllık bir zaman dilimi içerisinde Kürt sorunu adına ülkede yaşananları konu alması, atlanmadan üzerinde durulmalarını gerektiriyor.
HDP’nin kurumsal kimliği adına kamuoyuna sunulan kapsamlı bir değerlendirmenin henüz ortada olmadığı bir dönemde, bu iki yöneticinin kişiselliği aşan değerlendirmeleri hiç şüphesiz önem taşıyor.
Barış ve çözüm ortaklarının yolları ayrılırken
Malum, “Barış ve Çözüm Süreci” çökeli hayli zaman oldu.
Daha sürecin teklemeye başladığı, umutların giderek tükendiği ve “ortak”larının artık birbirini en sert biçimde hedef almaya yöneldikleri dönemde, yapılan 7 Haziran 2015 genel seçiminde HDP’nin aldığı yüzde 13,2 oy, AK Parti’yi tek başına iktidardan ederken muhalefet çevrelerinde bambaşka duygu ve düşüncelere yol açmıştı.
Ne AK Parti tek başına hükümet olabilmişti, ne de onsuz bir koalisyon kurulabiliyordu; bunun mümkün olmadığı görülmüştü.
AK Parti ile HDP’nin koalisyonu konuşmalarının şartları ise, Gezi Olayları döneminin kısmen “ihtiyatlı” HDP’sinin “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganını devreye sokmasından ve iktidarı tamamen karşısına alarak girdiği cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasından itibaren, zaten kesin olarak ortadan kalkmıştı.
1 Kasım 2015’de yenilenen seçimlerde ise HDP ve MHP ciddi oy kaybına uğradı. Bu durum AK Parti’ye bir kez daha tek başına iktidar kapısını araladı.
Bu iki seçim arasında ve sonrasında yaşananlar Türkiye’nin yeni bir politik hatta girdiğini daha net gösterdi.
Suriye faktörü
Türkiye’de işin bu noktaya gelmesinde birçok faktör elbette önemli rol oynadı. Ama Suriye’de yaşananlar, özellikle de PYD’nin ABD ve kısmen Rusya desteğinde sürdürdüğü faaliyet, bu faktörler arasında asıl belirleyici olandı. PYD’nin güttüğü amaç Türkiye tarafından kendi toprak bütünlüğü ve bekasına yönelik bir tehdit olarak görüldü. Güney sınırı boyunca, tarihsel ve sosyolojik bakımdan kendisiyle bağı tartışmalı bir alanı kontrolü altına alıp, zincirleme kantonlardan oluşan devletimsi bir yapı oluşturmaya çalışması, Türkiye’nin sert tepkisini çekti.
PKK’nın da bununla zamandaş ve paralel bir şekilde, DBP’nin yönettiği çok sayıda belediyenin bulunduğu ilçelerde “özyönetim” ilan etmesi ve “Barış ve Çözüm Süreci”nin çökmesini gerekçe gösterip ülkenin batısına da yaymayı amaçladığı “Devrimci Halk Savaşı”nı başlatması, iplerin tamamen koptuğunu ortaya koydu. Çatışmaların fitilini ateşleyen ise Ceylanpınar’da iki polisin evlerinde uykudayken öldürülmesiydi.
İktidar bu gelişmelere bölgeye ciddi asker ve polis yığınağı yaparak, çok sayıda zırhlı muharebe aracı sevkederek, söz konusu ilçeleri kuşatarak, çatışma uzmanı özel kuvvetleri ateş hattına sürerek, sokağa çıkma yasağı ilan ederek, beklenmedik şiddet ve ağırlıkta bir cevap verdi.
PKK’nın silahlı güçleri ve onların yönlendirdiği yerel genç milisler, polis ve askerden gelecek müdahaleleri önlemek adına bu ilçelerde cadde ve sokaklara hendekler kazdı. Başlayan çatışmalar nedeniyle halk bu bölgeleri tamamen terk etti. Bu olayların yaşandığı bütün yerleşim alanları, camiler, tarihi binalar ve surlar büyük tahribata uğradı. Bölge ekonomisi ve sosyal yaşam felç oldu. Çok sayıda can kaybı yaşandı. Birçok kişi sakat kaldı.
Politikayı PKK belirledi, faturayı HDP ödedi
“Devrimci Halk Savaşı” ve “özyönetim” ilânı, PKK’nın ve onun hattına yakın duran bütün kurum ve partilerin bölgedeki toplumsal gücü ve etkisinin ciddi ölçüde sarsılmasına yol açtı.
Bu süreç içerisinde çatışmanın kontrolü hep devlette oldu. Çatışmalar bitince geriye harabeye dönmüş tarihî dokusu, evleri, sokakları, mahalleleri ve meydanlarıyla yaşanmaz hale gelen ilçeler kaldı.
Devrimci Halk Savaşı, özyönetim ilanı ve hendek savaşları politikasının başta gelen kaybedeni, sosyal ve siyasal yaşamı altüst olan, ticari hayatı çöken, tarihi dokusu tarumar olan, ağır insan kaybına uğrayan ilçe ve mahalleler oldu.
PKK’nın bu politikasının bedelini siyasal zeminde ödeyen ise, esas olarak HDP idi.
Cumhuriyet tarihi boyunca gördüğü en yüksek toplumsal destek, doğrudan bu partinin kendisi tarafından üretilmeyen politikalar sonucunda büyük ölçüde yitirilmişti. Özellikle Batı’da güçlükle kazanılan sempati ve destek çabuk kaybedilmiş ve iklim tamamen değişmişti.
Eş genel başkanların ve milletvekillerinin, belediye başkanlarının birer birer tutuklanması, belediye yönetimlerine kayyum olarak vali ve kaymakamların atanması, yöneticilerin operasyonlara maruz kalmaları nedeniyle partinin neredeyse faaliyet yapamaz hale gelmesi, konunun önemi ölçeğinde bir toplumsal tepkiye yol açmadı.
HDP yaralarını sarmaya çalışıyor
HDP şimdi kongre sürecinde ve bu şartlarda yaralarını sarmaya çalışıyor.
Doğrusu Suriye konusu bütün sıcaklığıyla varlığını sürdürürken, yani Türkiye ve PKK/PYD/YPG/SDG karşı karşıya çatışmaya devam ederken, HDP’nin yaralarını sarması ve yeni politikalarla siyasal konumunu güçlendirmesi hiç kolay değil.
Buna rağmen, HDP’nin geride bıraktığımız üç yılı özellikle kendi politikaları bakımından değerlendirmesi hem Türkiye, hem kendisi için iyi olacaktır. Bu bakımdan, söylenen her sözün, yapılan her değerlendirmenin altında bir niyet aranmadan hakkının verilmesinin, demokratik ve barışçı siyaset yolunun açık tutulmasının, bu topraklarda bir arada yaşamanın geleceği için bir değeri olacağı açıktır.
Bu minvalde dikkat çeken ilk değerlendirmelerden biri, görevden alınıp yerine kayyum atanan Mardin eski belediye başkanı Ahmet Türk’ten gelmişti. Türk açıklamasında “7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından PKK’nın hendek siyasetine destek vermenin siyasi hata olduğunu” belirtmiş ve barışın zamanı olmayacağını ilave etmişti (26 Şubat 2017, www.haberdelider.com).
Bu bağlamda, Demirtaş’ın ve Bilgen’in son söylediklerini de aktarmak istiyorum.
Demirtaş: Herkesin halka hesap vermesi zorunluluktur
Eş genel başkan Selahattin Demirtaş, cezaevinden gönderdiği ve internet gazetesi GazeteDuvar’da 30 Temmuz 2017’de yayınlanan “Barışı Kurmak” başlıklı açıklamasında şunları söylüyor:
”… Her kavramın başına ‘demokratik’ yazmakla demokrat olunmuyor. Demokrasi bir kültürdür, yaşam tarzıdır. Kendinden başlayarak herkesin ve bütün alanların demokrasi ölçüleri çerçevesinde kendini özeleştiriye tabi tutması ve halka hesap vermesi, mücadelemizin hamlesel çıkışları açısından bir lüks değil, zorunluluktur. Niyet okumalar üzerinden değil, pratiklerimiz üzerinden eleştiri geliştirmek, özeleştirilerimizi de pratikte vermek daha anlamlı olur…”
Bilgen: Cizre-Sur süreci sorgulama ve tartışma nedeni olmuştur
Eski parti basın sözcüsü ve milletvekili Ayhan Bilgen ise, aynı internet sitesi GazeteDuvar’dan Özlem Akarsu Çelik’e verdiği 11 Ekim 2017 tarihli röportajda şunları ifade ediyor:
“…Kürt sorununun niteliğindeki değişiklik, özellikle batıdaki büyük Kürt nüfusunun beklentileri, HDP’nin yeni bir barış stratejisi ve demokratikleşme iradesini inşa etmede güçlü bir rol oynamasını zorunlu kılmaktadır.
“…Kriz dönemlerinde siyasi tutarlılık, ilkeli yaklaşım, ciddi bir toplumsal teveccühü beraberinde getirebilir…
“…Cizre-Sur sürecinde demokratik siyaset kurumlarının sorunu çözmeye güç yetirememiş olması elbette HDP’nin geleneksel tabanında ciddi bir sorgulama ve tartışma nedeni olmuştur…
“…İnsanların demokratik eylemlere katılmaktaki çekincesi elbette ki ağır yargılamalarla da ilişkili olmakla birlikte, belki daha önemlisi demokratik siyasetin çözüm üretebilme kapasitesinin sorgulanıyor olmasıyla bağlantılıdır. Bu da siyaset kurumunun yeniden bir güven tazeleme ihtiyacı duyması ve belki bugün yaşanan krizi bir yeniden yapılanma fırsatına dönüştürmesiyle aşılabilir…
“…HDP, kuruluş döneminin koşullarına sahip değil. Dolayısıyla kurulduğu dönemin atraksiyonlarını aynı söylemle tekrarlayamaz. Bugünkü koşullarda özeleştirinin somut sonucu, kendi değerleriyle tutarlı karar alma süreçlerinin ve görevlendirme sisteminin bir alternatif olarak geliştirilebilmesiyle mümkündür…”
Bu değerlendirmelerin, bölgede ve HDP’nin şahsında yaşananlarla kıyaslandığında yetersiz, ve eksik bulunması mümkündür; hattâ birçok bakımdan haklıdır.
Lâkin, kendi siyasal çizgisini yeniden değerlendirme arayışı içinde olanlara dudak bükmek gibi bir siyasal lükse sahip olduğumuzu hiç mi hiç sanmıyorum.
Halen bütün hayatımızı derinden etkileyen bu sorunun önde gelen yasal temsilcilerinden biri olan HDP’nin kongre sürecinde yakın geçmişe dair olan bitenleri olanca açıklığıyla ele alması, barış içinde ve demokratik koşullarda bir arada yaşama vizyonunu derinleştirmesi hepimizin çıkarınadır.
Onu yok saymak, önemsiz görmek ve etkisiz kılmak, baskı altında tutup nefessiz bırakmaya çalışmak ise ülkenin yararına değildir.
Yeni kitap: Osmanlılardan Cumhuriyete Sekülerleşme (*)
68 kuşağından, bilim tarihi üzerine çalışmalar yapan ve yayınlarda bulunan Osman Bahadır, 2010-2015 yılları arasında muhtelif dergilerde yayınlanan ve Osmanlılarda sekülerleşmeyi konu alan yazılarını geçtiğimiz Eylül ayında bir kitapta topladı.
Kitap üç bölümden oluşuyor. Giriş bölümü ağırlıkla laiklik, sekülarizm, bilim, özgürlük, eşitlik ve demokrasi gibi kavramların çağlar içindeki oluşum seyrini değerlendiren makaleleri kapsıyor. Söz konu kavramların birbiriyle ilişkileri ve bunların tarihsel değişimlerine, yazarın penceresinden bir bakış getiriyor.
İkinci bölümde Osmanlılarda sekülerleşmenin kaynakları, doğuşu ve gelişimi ele alınıyor. Yazar kendi yaklaşımını destekleyen örneklerle bu bölümde sekülerleşmenin aslında önemli ölçüde Cumhuriyet öncesinde başladığını ifade ediyor. Hattâ bu yönde ilk adım olarak, Osmanlı-Avusturya savaşı sonrası yapılan 1606 Zitvatorok Anlaşması’nı ve bu anlaşmada Osmanlının bir Hıristiyan devletini kendisiyle eş statüde kabul etmesini gösteriyor. Resim, müzik, sinema, mizah, kadınların eğitimi, vb benzeri konuları bu bağlam içerisinde ele alıyor.
Kitabın son bölümü ise Cumhuriyet dönemine ayrılmış.
Kitap, kapağındaki anlatımla, başlığına çıkardığı konuyu şöyle ifade ediyor: “Sekülerleşme süreci, insanlık tarihinin en temel gerçeklerinden biridir. Fakat bu gerçek, birçok nedenle çeşitli fikir akımlarının veya bazı sosyal-ekonomik öğretilerin gölgesinde kalmıştır. Ancak, sekülerleşme süreçlerinin gözden kaçırılması, birçok durumda toplumsal ve tarihsel analizlerin başarısızlıkla sonuçlanmasına yol açmaktadır.”
Özellikle inanç alanına bakış başta olmak üzere, Osman Bahadır’ın ortaya koyduğu kimi konulara farklı yaklaşsam bile, sekülerleşme gibi tarihi derinliği olan son derece kapsamlı bu önemli alanı farklı bir gözle değerlendiren bu kitabın okunmasının ihmal edilmemesi gerektiğini düşünüyorum.
NOTLAR
(*) Osman Bahadır, Osmanlılardan Cumhuriyete Sekülerleşme (Evrim Yayınları, Eylül 2017, İstanbul).