Büyükşehir Belediyesi Adalar’da harika bir caz festivali düzenledi.
Şehrin kamusal hayatının sanat yoluyla canlandırılması çok iyi bir fikir.
Piyasaya terk edilmesi yerine, kültür ve sanatın kamu kuruluşları, belediyeler tarafından desteklenmesini, etkinlikler için kamusal alanların kullanılmasını son derece yerinde buluyorum.
Belediyelerin çöp toplama, imar planları hazırlama, temizlik, şehir içi ulaşım gibi hizmetlerinin yanında, kültür ve sanat alanında sorumluluk üstlenmesi önemli.
Büyükşehir Belediyesi’ne bu açıdan ne kadar teşekkür edilse az.
Üstelik bu etkinlikte beğendiğim sanatçılar da sahne alıyor.
“Belediyenin sanat etkinliği düzenlemesi önemli, üzerine bir şeyler söylenmeli” diye düşündüm. Bu konudaki düşüncelerimi paylaştım.
Son zamanlarda pek sık olmuyor, belki de bu yüzden olmalı. Ama bildiğim bileli, çok hoşuma giden bir etkinlik de olsa, “ah ne güzel, yöneticilerimiz bizi düşünmüşler, bizim için güzel bir etkinlik düzenlemişler” diyemiyorum.
Evet, bu tür kültür ve sanat etkinliklerinden hoşlanıyorum. Katılmaktan, izlemekten de keyif alıyorum. Ama ne zamanki bir kamu kuruluşu bana “bak, işte ben senin istediğini yapıyorum, sana sevdiğin müziği dinletiyorum” diyor, o zaman biraz kafam karışıyor.
Hatta tüylerim diken diken oluyor.
Biliyorum ki, kamusal alanda bu şekilde olursa, o zaman o “hoşlanmam gereken şey” (bu müzik de olabilir, başka bir şey de) yönetimin tercihine göre başka bir şey de olabilir.
Bu nedenle olsa gerek, “yalnızca içerik değil yöntem, yapılış şekli de önemli” deyiverdim.
Bir sanat etkinliğinin nasıl düzenlediğini sorgulayarak kimilerini fena halde sinirlendirmiş olduğumu fark ettim. Adeta dişlerini gıcırdatarak “bir gün elbette sen de düşersin elimize” gibi bir şeyler söylediklerini de duyar gibi oldum.
Baktım bizim mahalleden fena halde bir dayak yiyeceğim. Sanki “Adalar’da festival mestival düzenlenmesin. Yerel yönetim kültür ve sanatı desteklemesin” demişim.
Kimileri de, dost dediğin herhalde böyle ortamlarda belli oluyor, bana “sus… otur oturduğun yerde, sakın konuşma” dediler, büyük bir ihtimalle zarar göreceğim kaygısıyla.
Bir kamu kuruluşunun bir şeyi nasıl yaptığını, nasıl karar aldığını tartışmak neden tabu olsun? Madem kamusal alanda sanattan söz ediyoruz, bunun nasıl düzenlendiğini tartışmanın nasıl bir mahzuru olabilir?
Meğersem başımı arı kovanına sokmuşum. Naiflik, ya da cahillik işte tam da böyle bir şey. İnsanın başına sürekli dert açıyor. Anlayacağınız benim durumum onlara göre tam da bir köpeğin kendisini besleyen eli ısırması durumu.
Gene dostlarım, bu konuda da çok naif (acaba çok cahil mi demeliyim?) olduğumu anında fark ettiler ve çok şükür ki beni aydınlattılar.
Söylediklerine göre bu sanat etkinliği kaliteli, doğru dürüst bir etkinlikmiş. “Şu katılan sanatçılara, programa bir baksana” dediler. Şehrin en iyi sanatçıları seçilmiş. “Bunu nasıl ayırt edemezsin” diyerek bana bir de çıkıştılar.
Haklı olabilirler. Program benim de beğenilerime çok uygun.
Ama dedim ya, benim kafam sürekli karışıyor. Bütün naifliğimle ve dilim döndüğünce “o sizin uyduruk dediğiniz etkinlikleri küçümseyerek, aynı yöntemle nasıl alternatif yaratabilirsiniz” demeye de çalıştım.
Deneyimli dostlarım, sağ olsunlar, gene de bana yardımcı olmaya çalıştılar.
“Böyle şeyleri dert etmeyi bırak. Böyle yaparsan, kimseye yaramazsın. Seni hiçbir yere çağırmazlar. Hiç olmazsa bir şeyleri de beğen” dediler. Öyle ya, kamusal alandaki kimi etkinlikleri bakanlıklar, kimilerini belediyeler, kimilerini valilikler ya da kaymakamlıklar düzenliyor. En azından hoşuna gideni beğeneceksin. Bu etkinliklerin nasıl yapıldığını sorgulamak, hepsini birden karşına almak demek.
“Eğer dışlanmamak istiyorsan, hoşuna gidenlere katıl ve sus. “
Haklı değiller mi? Başka türlü hayatta kalma imkanı var mı? İşte dedim, tam da benim kafamı kurcalayan da bu.
Yönetimde kim olursa olsun, katılım modeli aynı. Yönetime kim gelirse, kamusal alanda sanat ve düşünce üretimi onun zihniyetine göre şekilleniyor ve bu da “normal” karşılanıyor. Yalnızca sanat değil. Her konuda böyle. Oysa seküler hukuk toplumlarında yönetimler “çerçevelendirme politikaları” oluşturuyor, içeriğe karışmıyor. Bu tıpkı ifade özgürlükleri gibi, sanatın var oluş koşulu.
Fransa’da, ki merkeziyetçi olduğu söylenir, benim bildiğim 1963 yılından beri, yani André Malraux’nun kültür bakanlığı zamanından beri “Yerel Artistik Komiteler” var (DRAC), hem kültür bakanlığı bütçesi, hem yerel yönetimin birlikte deneyimli, kendi kariyerini, çıkarını temsil etmeyen deneyimli kültür insanlarından, yerel temsilcilerden oluşuyor. Fransa’nın yurtdışındaki, İstanbul’daki bir devlet kuruluşuna, bir enstitüye bir yönetici atanırken bile bağımsız kültür insanlarından oluşan bir komite seçiyor.
Komiteler sanattan mimarlığa, kültür mirasının korunmasına kadar birçok konuda işlev görüyor. Kamu bütçelerini bağımsız sanat kurumlarına, programlarına yönlendiriyor. Adalar için de benzer bir pilot deneyim neden olmasın? Fransa’daki deneyim önce tıpkı Adalar’a benzeyen beş bölgede başlatıldı, sonra yaygınlaştırıldı.
Bunu talep edersek, şehrin kamusal hayatı canlanır. Resmi kuruluşların patronajından kurtulduğu gibi piyasaya da teslim olmaz.
İşte bu nedenle, bunları konuşma fırsatı verdikleri için emeği geçenlere, güzel bir Caz Festivali düzenleyenlere minnettarım. Ama gene de üzerinde konuşmaya değer.
Dedim ya, mesele kamusal hayatın canlandırılması meselesi…