Müslümanların, iktidar olma tecrübelerinin onları siyasi anlamda A noktasından B noktasına taşıdığı konusunda tüm ülke hemfikir olabilir. Nihayetinde Türkiye’de son yirmi yılda girdiği her seçimi kazanan, dindar kişilerin oluşturduğu bir parti ile karşı karşıyayız ve dinin her fonksiyonunu siyasi olarak kullanan bu siyasi yapının destekçilerinin birçoğu da yine dinle iltisaklı meseleler nedeniyle tercihlerini bu partiden yana kullanıyorlar. Dolayısıyla kaba bir bakışla, ülkede iktidar ve çevrelerinin, din merkezinde buluşan ünsiyetleri de onların birbirlerinden karşılıklı olarak razı olmalarıyla sonuçlanıyor, ikisi de bu anlamda kazanan (?) tarafta.
Ancak aynı zamanda bir de kaybedenler var, kaybedenleri sadece muhalefet ve laikler olarak sınırlamamak gerekiyor, zira bir kaybedenimiz daha var, o da Müslümanların sıkı sıkı sarıldığı din.
Din sadece bireysel bir tecrübe değil, aynı zamanda her ne kadar metafizik bir konu da olsa fiziki alemde bir olgu. Yani din bir fenomen. Toplumsal gerilimden-çatışmadan toplumsal uzlaşıya kadar geniş ve hatta sınırsız bir alanda neredeyse rakibi olmayan itici-çekici bir güç. Ayrıca öyle kolay kolay bileği bükülecek bir fenomen de değil. Aydınlanmanın öncüleri, yerine başka şey koymayı teklif etti, denedi, hatta bunu toplum mühendisliği çerçevesinde istikrarlı bir şekilde uygulamaya koydular; ancak sonuçta başarılı olamadılar.
Türkiye’de ise aydınlanmacı mühendislik projelerinin bir müdahalesi olmadan, dinin merkezden çekilmesini ya da dejenere olmasını dindarlar sağladı. Bunu da en güçlü oldukları dönemde yaptılar.
Nasıl mı?
Türkiyeli Müslümanların siyaset sahnesine çıkışında temelde iki iddiaları vardı; ilk olarak dini olumsuzlayan, kamusal alan dışına iten, dindarı üst sınıf her mertebeden uzak tutup ama aynı zamanda Türkiye modernleşmesini göstermesi amacıyla bir gericilik göstergesi olarak kırsalda daimi tutan, düşük eğitim ve gelir seviyesine hapsedenlere karşı dinin olumlu yönlerini öne çıkarmak, yani dinin olumsuz algısını olumluya çevirmek ve dini yaşanan hayata dahil etmek. İkincisi ise Müslüman dindar kesimi azınlık, haksızlığa uğrayan, kenara itilmiş bir pozisyondan yönetici, etkin bir pozisyona getirmek, kamusal alana dahil etmek.
AK Parti’nin öncülü olan Milli Görüş temelli siyasi anlayış, Refah Partisi ile iktidara gelerek ilk adımı attı. En önemli söylem “adil düzen” kavramıydı. Ancak Erbakan’ın adil düzen vaatleri o dönem Türkiye’nin resmi ideolojisine, militarist yönetimine takıldı. Türkiye’de o dönem asker, modernleşmenin, laikliğin, ilerlemenin garantörü, ülke yönetiminin gölge iktidarı olduğu için her ne kadar Refah Partisi sandıktan birinci parti olarak çıksa da maalesef askere takıldı.
Ancak adil düzen arayışının takıldığı tek tümsek resmi ideoloji değil, dindarların, siyasetlerinin ilk imtihanını başarıyla verememesiydi. Erbakan’ın hükümeti kurabilmek için, Tansu Çiller hakkındaki yolsuzluk iddialarının araştırılmasına ret cevabı vermesi, Erbakan’ı iktidara götürmüş olsa da adil düzen gibi dini ve dünyevi merkezli bir vaadin daha yola çıkmadan çöküşünün göstergesiydi. Elbette o dönem 28 Şubat gibi büyük bir haksızlığa uğrayan dindar kesimin aşırı haksızlığa uğramış olması nedeniyle, kendi aleyhine dönüşen bu imtihan pek dillendirilmedi. Erbakan’ın iktidarda kalabilmek için askerle karşı karşıya gelmemek amacıyla resmi ideoloji ile çatışmama amaçlı “askerle aramızda sorun yok” söylemi, kendisini ve destekçilerini darbenin gadrine uğramaktan alıkoymadı ama dillere pelesenk olan dindarlığın ve dini vaatlerin otorite ile ilk çatışmada nasıl kolayca kenara itilebileceğinin ilk tatsız tecrübesiydi.
Ekonomik krizlerin, gayrı demokratik uygulamaların, 28 Şubat haksızlıklarının, Refah Partisi ve seçmenine yapılan adalesizliklerin bir rövanşı olarak vatandaşın iktidara getirdiği AK Parti, istikrarını uzun yıllar bozmadan, sadece Türkiye içindeki olumlu adımlar nedeniyle değil aynı zamanda küresel boyuttaki denklemin de kendisine yarayan rüzgarını arkasına alarak başarıdan başarıya koştu.
Demokrasi, adalet, ekonomi, Türkiye’nin dışa açılması konusunda gerçek anlamda başarılı bir dönem yaşandı. Bu dönemde din ve dindarlar, AK Parti politikaları içinde bir başlık olarak geçse de hiçbir zaman tüm söylemi oluşturmadı. Ayrıca güvenlikle ilgili söylemlerde bırakın bugünkü aşırı sağcı, milliyetçi güvenlik söylemlerini kullanmayı, o söylemlerin ülkeye verdiği zarar dile getiriliyordu. Ancak işler tersine dönünce eşcinsellikten, faiz meselesine kadar, 10 yıl önce çözülmüş başörtüsü meselesine kadar, hatta Mısır’daki darbeye karşı Mursi’yi desteklemeye; İstanbul’un kaderini Kudüs’ün kaderine bağlamaya kadar, Ayasofya’da, Sultanahmet camiinde miting yapmaya kadar dindarları ilgilendiren her konu siyasette merkez başlıklar olarak yerini aldı. Sonuçta bu politikalar iktidara seçim de kazandırdı ancak Müslümanların, adalet, ekonomik refah, gelir eşitliği, İslam’ın güven veren, ona dahil olduğunda seni koruyacak çatı olduğu savı, bizzat Müslümanlar tarafından çökertildi.
Haç ve hilal arasında, şükür secdesi yapanlarla şampanya patlatacaklar arasında geçtiği söylenen, bu doğrultuda montaj videoların kullanıldığı bir seçim sonrasında, daha önce 15 Temmuz’u planladığı iddia edilenlerle, Sisi ile görüşüldü; fırsat bulunsa katil denilen Esed ile bile görüşülecek. Nas gerekçe gösterilerek karşısında durulan faiz yükseltildi, nas şu an nerede ne yapıyor, bilemiyoruz.
43 yaşındayım. 17-18 yaşlarımda İslami kesimin hem zihinsel entelektüel seviyesine, hem de en ağır tecritlere maruz kalmasına şahit oldum.
Benim gibi, aynı çevrenin ürünü ve sonucu olan kişilerin, din konusunda kendilerine gelince revizyonist ve tevilci, ancak başkalarına gelince aşırı hassas, şarkı sözünden alınan, seccadeden yıkılan olmalarına bakıp hayretler içerisinde kalıyorum.
Evet, Müslümanlar olarak din merkezli, gücünü ve meşruluğunu dinden alan, “Bak ben demiyorum, Allah diyor, Peygamber diyor” diyerek dinden değil dünyadan kaynaklı sözü, ne laikler, ne ateistler, ne deistler, ne Hristiyanlar, ne Yahudiler değil, çok üzülerek ifade ediyorum ki, bizler değilledik, bizler aksini yaptık, hatta bazen bizler çiğnedik.
İslamı muzaffer kılmak, tebliğ etmek için çıktığımız yolda, kendi sapmalarımızı İslam’a mal ederek kendimizle olan imtihanımızı kendimiz, kendimize kaybettirdik. Ama Kemalistler, ama laikler, ama falanca parti değil, kendi ellerinle hepsini sen çürüttün, başkası değil.
Şimdi kime ve nasıl dinin, İslamın güven olduğunu anlatacağız? Var mı bir argümanın?
Hz. Ömer’in, kamu malına yönelik hassasiyetini anlatarak kurduğumuz dünyamızı, bir iktidar tecrübesi sırasında kendimiz yıktık.
Anlıyorum ki, bu seçim, evet bir yönüyle, iktidar ve muhalefet arasında, iktidarın kazandığı bir seçimdi. Ancak aynı seçim aynı zamanda Türkiyeli Müslüman dindarların kendi içlerinde de yaptığı bir seçimdi ve o seçim tümüyle kaybedildi, kaybettik.
Bunu seçim bittikten sonra sandık başında unutulmuş seçim vaatlerinden değil, artık vatandaşına nas, cami demeyi bırakıp vergi zammı sunan bir yönetimin icraatlarından ve çevresinin savunmalarından anlıyorum.
Çünkü şimdi artık devreye müjdeler ve ganimetler değil, sanki siyasi bir yönetime değil de -haşa- Allah’a eleştiri getiriliyormuş gibi susturma amaçlı “sus ve haline şükret, bak daha beteri var” anlayışı giriyor.
Ve buradan da dinden kayıp verilmeye en azından bir süre daha devam edileceği sonucu çıkıyor.
E o kadar dar gelirli insanı, gelirlerine zam vererek susturamayacağına göre dini bir öğretiyi bağlamından koparıp, tevil ederek önüne koyup onunla susturmak gerecek, işte o gereklilik, halkın da teselli ararken sarılmaktan başka çaresi olmadığı o gereklilik, Müslümanların kendi elleriyle inşa ettikleri kayıpların göstergelerinden ilki değil ama görüldüğü kadarıyla sonuncusu da olmayacak, her ne kadar her anlamda kazandıklarını zannetseler de…