Elinde sigarasıyla poz veren yaşlı adamın adı Mehmet Salih Akdeniz.
68 yıllık hayatı muhtemelen bir nüfus memurunun icadı olan soyadından yüzlerce kilometre uzakta Diyarbakır-Muş sınırındaki Kulp’un yayla köylerinde geçti.
Köyün muhtarıydı. Devlet görevlileri, askerler sık sık evine gelip misafir oluyordu.
Hayvancılıkla uğraşıyordu, okuma yazması pek yoktu. Ama torunlarının okuması için onlara ilçede özel ev tutmuş, dersler aldırmıştı.
Torunlarından Kenan Akdeniz mühendis oldu, iş hayatına atıldı, bir süre DEVA Partisi’nde siyaset yaptı.
Bugünlerde İzmit’teki fabrikasında televizyondan haberleri izlerken gözü bazen odasındaki dedesinin fotoğrafına kayıyor.
Cumhurbaşkanı, Milli Savunma Bakanı, Adalet Bakanı, CHP lideri, CHP lider adayı, İYİ Partili, MHP’li siyasetçiler, gazeteciler Sezgin Tanrıkulu’ndan bahsettikçe aslında dedesinden de bahsediyorlar.
Ama dedesinin adı hiç geçmiyor.
“Gözbebeğimiz TSK’ya alçak bir iftira” deniyor, “yargılanacak, hesap sorulacak, parti kurularında görüşülecek” diye meydan okunuyor, “liberallerin, bölücülerin CHP’yi ele geçirdiğinden” bahsediliyor ama kimse en son 1993’de gördüğü, ailesinin ve çevresinin gözbebeği dedesine ne olduğuyla ilgilenmiyor.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı 68 yaşındaki muhtar dedesine ne olduğu, son 30 yıldır olduğu gibi bugün de Türkiye Cumhuriyeti’nin hiç umurunda değilmiş gibi görünüyor.
Neyse ki dedesinin akıbetiyle binlerce kilometre uzaklıkta ilgilenen birileri var.
Türkiye’de kimsenin anmadığı dedesinin adı, Strasburg’daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin arşivlerindeki bir dosyasının kapağında yer alıyor:
“Mehmet Salih Akdeniz ve diğerleri vs Türkiye”
Bugün siyasetçiler, televizyonlara çıkan vatansever uzmanlar, gazeteciler ilgilenmese de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin görevlendiği üç hukukçu; İrlandalı Jane Liddy, Finlandiyalı Matti Pellonpää ve Danimarkalı Peer Lorenzen 30 Eylül ile 4 Ekim 1997 ile 4 – 9 Mayıs 1998 tarihleri arasında Ankara’ya geldi ve 1993 yılından bu yana haber alınamayan Mehmet Salih Akdeniz ve 10 köylüye ne olduğunu soruşturmak için aralarında Bolu Tugay Komutanı, dönemin jandarma komutanları, askerler, köylüler, memurların da olduğu bütün tanıklarla görüştü, bütün delilleri inceledi.
Ve 1993 yılının Ekim ayında Kulp’un mezra köyü Alaca’da ne yaşandığını raporlarına yazdı.
1999 yılında yazdıkları rapordaki bilgilere göre olaylar şöyle yaşanmıştı.
‘Alaca köyü, bazı insanların göçebe hayat tarzı yaşadığı ve meyve ve ceviz ağaçları bulunan Şenyayla Yaylası yakın bir köydü.
Alaca köyünün güneyinde biraz uzakta İnkaya bulunmaktaydı ve Mehmet Salih Akdeniz buranın muhtarıydı.
1993 yılında terörist eylemler bu bölgede önemli bir sorundu. Alaca köyünün civarında bazı PKK kampları bulunmaktaydı. Panak Karakolu’nun komutanı karakola pek çok saldırı düzenlendiğini söylemişti.
Devletin resmi raporunda Şenyayla yaylası PKK’nın en büyük eğitim sahası olarak tanımlanmıştı.. Bu rapora göre bölgedeki köy ve mezraların %90’ı PKK yanlısıydı ve buradaki köylüler PKK’ye barınak ve yiyecek sağlamaktaydı.
1993 yılı Ekim ayı itibariyle, Alaca köyü ve civarından pek çok kişi, uzak dağlık bölgede yaşamanın zorluğu ya da güvenlik durumu nedeniyle Alaca köyünü terk etmişti ya da terk etmek üzereydi. Mehmet Salih Akdeniz, hayvanlarının peşinde göçebe bir hayat sürmekteydi.
8 Ekim 1993 tarihinden başlayarak bölgede Bolu Tugayı tarafından yoğun bir operasyon başlatıldı.
Operasyona komutanlık eden General Yavuz Ertürk’ün beyanına göre operasyona 2.500 asker ve helikopterler katılmıştı. Operasyonun amacı, Şemdin Sakık komutasındaki PKK militanlarını yakalamak, karargahlarını ele geçirmekti.
Operasyon başladıktan kısa süre sonra askerler, PKK sığınaklarının ve depolarını yerlerinin belirlenmesi için rehberlik yapmaları, PKK ile ilişkileri konusunda sorgulamak için köylüleri bir açık alanda toplamaya başladılar.
Köylüler ilk önce 9 Ekim günü Şenyayla’da ya da yakınında gözaltına alındı; askerler 10 Ekim civarı Gurnik, Mezire ve Licik’e geldi.
Bazı köylüler isim isim arandı. Diğerleri genel olarak kimlik kontrolü için toplandı. Askerler Gurnik mezrasına yakın Kepir’de kamp kurdu ve malzeme getiren helikopterler buraya indi.
Muhtar Mehmet Salih Akdeniz, anlaşıldığı kadarıyla rehber olarak kullanılmak üzere askerler tarafından alındı. Yaklaşık bir ya da iki gün sonra Mehmet Salih Kepir’de kurulan kampta tutuldu.
Akrabaları onlara yiyecek götürmek için tutuldukları yere gidiyor, onlarla konuşuyordu.
Kepir’de köylüler ayrı gruplar halinde tutuldular. Bu gruplara farklı kısıtlamalar uygulandı. On bir kişi (daha sonra kaybolan kişiler) tek bir grupta tutuldu. Bu 11 kişi Mehmet Salih Akdeniz harici bağlandı; anca ziyaretçileri geldiğinde, yemek yedikleri sırada ya da ihtiyaçlarını giderirken bağları çözüldü.
Gündüz ve gece dışarıda tutuldular (soğuktan etkilenen Mehmet Şah Atala’nın yüzünün kızarık olduğu, titrediği ve dudaklarının birbirine çarptığı görüldü); – askerler tarafından sorgulandılar; – bir ölçüde acı ve endişe hali içerisindeydiler.
16-17 Ekim civarında bir tarihte on bir kişi hariç Kepir’de gözaltında tutulan herkes serbest bırakıldı.
Gözaltında tutulmaya devam edilen 11 kişinin ise helikopterlere bindirildiği görüldü.
Bir daha görülmediler.
Akrabaları, Kepir’de kaybolan on bir kişinin akıbetini öğrenmek amacıyla yetkili makamlara başvuruda bulundu. Salih Akdeniz’in kardeşi ANAP’lı bir İl Encümen üyesiydi. Ankara’ya giderek 23 Kasım 1993 tarihinde Başbakan ve İnsan Hakları Bakanı ile görüştü. 27 Kasım’da İçişleri Bakanı ile temas kurdu ve yeniden İnsan Hakları Bakanını görmeye gitti. Ama bir haber alamadı.’
1999 yılında yazılan bu rapor üzerine AİHM, diğer bütün delilleri, ifadeleri, hükümetin resmi açıklamalarını dinledi ve 2001 yılında kararını verdi:
“9 ile 12 Ekim 1993 tarihleri arasında ya da civarında gözaltına alınmış olmalarına rağmen gözaltı işleminin hiçbir gözaltı tutanağına kaydedilmediğini gözlemlemektedir. Başvuranların ve diğer köylülerin sağladığı kanıtlar, bu kişilerin yaklaşık 17 ile 19 Ekim 1993 tarihine dek Kepir’de tutulduklarını ve bu noktada en azından bir kısmının helikoptere bindirilirken görüldüğünü göstermiştir. Kayıp kişilerden o tarihten bu yana hiçbir haber alınamamıştır. Mahkeme, aradan geçen sürenin uzunluğundan –yedi yılı aşkın süre-, bu kişilerin gözaltı işlemine ilişkin herhangi bir belge bulunamamasından ve bu kişilerin akıbetleri hakkında Hükümetin tatmin edici ve makul bir açıklama getirememesinden çok güçlü sonuçlar çıkartmaktadır. Mahkeme, ayrıca, 1993 yılında Türkiye’nin güneydoğusundaki durumun genel yapısı bağlamında kayıt dışı gözaltına alınan kişilerin yaşamlarının tehdit altında olduğunun hiçbir şekilde göz ardı edilemeyeceğini gözlemlemektedir. Mahkeme, yakın tarihli iki kararında, bu davaya yakın bir dönemde güneydoğu bölgesinde ceza hukuku güvencesinin etkililiğini azaltan kusurların güvenlik güçlerine mensup kişilerin eylemlerinden dolayı sorumlu tutulmadıkları bir ortama izin verdiğini ya da bu ortamı güçlendirdiğini saptamış olduğunu hatırlatır. Yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı Mahkeme, on bir kişinin güvenlik güçleri tarafından gözaltına alınmalarının ardından öldüğünün tahmin edilmesi gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Sonuç olarak, davalı Devletin bu kişilerin ölümlerinden kaynaklanan sorumluluğu bununla bağlantılıdır”
AİHM, bu davada Türkiye’yi, kaybolan 11 kişinin ailesine toplam 311 bin sterlin ödemeye mahkum etti.
AİHM kararından iki yıl sonra 2 Kasım 2003 tarihinde Alaca Köyüne 500–600 metre mesafedeki bir dere yatağında toprak yüzeyine çıkan bazı kemik ve bez parçaları bulundu.
Köylüler, 1993’den beri kayıp olan akrabalarına ait olduğunu düşündükleri kemik ve eşyaları incelemesi için savcıyı çağırdı.
Ama savcı güvenlik nedeniyle gelemeyeceğini söyledi. Köylüler kemik ve diğer eşyaları çuvallara doldurup savcıya götürdü.
Soruşturma açıldı. Köylülerden DNA örnekleri alındı.
Kafatası bulunmayan kemikleri inceleyen Adli Tıp Kurumu Morg İhtisas Dairesi kemiklerin en az dokuz kişiye ait olduğunu ve bunlardan iki tanesinin Mehmet Salih Akdeniz ile Behçet Tutuş’a % 99,99 oranında ait olabileceğini tespit etti.
Bu iki isim 1993 yılında Kulp’ta kaybolan 11 kişi içindeydi.
2004 yılında TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nun görevlendirdiği alt komisyonun üç üyesi; AK Partili Cavit Torun ve Hakan Taşçı ve CHP’li Mesut Değer bölgede incelemeler yaptı.
İncelemeleri sonucunda olayla ilgili rapor yazdılar:
“Gözaltına alındıktan sonra kaybolan kişilerin PKK ile resmi ve özel anlamda herhangi bir ilgilerinin olduğu tespit edilememiştir. Gözaltında kaybolan kişilerin çoğunun yaşlı, evli ve çoluk çocuk sahibi olmaları dikkate alındığında, örgütsel irtibatlarının söz konusu olmadığı, resmi kayıtlarda da böyle bir irtibata rastlanmadığı ve hatta böyle bir iddianın olmadığı ortaya çıkmıştır.
Kulp ilçesi Alaca köyü Kepir bölgesinde hadisenin cereyan ettiği, kaybolanların yakınlarının ve tanıklarının beyanları ile ortaya çıkmış, toplu mezarın da aynı yerde bulunmasının bu iddiaları doğrulayıcı nitelikte bulunduğuna heyetimizce kanaat getirilmiştir.
Delillerin toplanması sırasında Kulp Cumhuriyet Savcılığı’nın yeterli özeni göstermediği, olaydan haberdar olduktan sonra olay mahallinde maktullere ait kemik ve diğer eşyaların köylüler tarafından toplanarak getirilmesini istediği, köylülerce bu delillerin çuvallara konularak getirilmesinden sonra ulusal basın eşliğinde olay mahalline gittiği anlaşılmıştır.
İnceleme imkânı bulduğumuz Kulp Cumhuriyet Başsavcılığı’ndaki dosya, mağdur yakınlarının Avrupa Komisyonu’na ve AİHM’ye yaptıkları başvurular sonucunda verilen karardaki belirlemeler, olayın Bolu’dan gelen General Yavuz Ertürk komutasındaki Bolu Komando Dağ Taburu’nun operasyonu sırasında gerçekleştiği anlaşılmıştır.
Kulp ilçesi Alaca köyü Kepir bölgesinde bulunduğu bilinen toplu mezara ait kemik parçalarının ve diğer delillerin Adli Tıp Kurumu’nca yapılacak incelemede kaybolduğu söylenen kişilere ait olduğunun belirlenmesi, hadiseye tam bir açıklık kazandıracaktır. Ancak yapılacak inceleme neticesinde bu kemiklerin ve bulunan diğer eşyaların maktullere ait olmadığının ortaya çıkması halinde bile durumun değişmeyeceği, zira Şemdin Sakık’a karşı yapılan bir operasyon sırasında bu kişilerin gözaltına alındıktan sonra kayboldukları kanaatine varılmıştır.”
AİHM kararı, TBMM raporuna rağmen dava ancak Çözüm Süreci atmosferinin etkisiyle 2013 yılında açılabildi. Ama emekli general Yavuz Ertürk’ün de sanıkları arasında davada karar havanın tam tersinden estiği 2018’de tüm sanıkların beraatiyle kapandı.
Beş yıl sonra 2023 yılında iktidar, muhalefet hep birlikte aslında böyle bir olay yaşanmadığını, bunun ordumuza atılmış bir iftira olduğunu söylüyor.
Bunu söylemek için de ne dava dosyasına, ne AİHM kararına ne de TBMM raporuna ihtiyaçları yok.
Siyaseten ya da ideolojik olarak öyle demek istiyorlar ve öyle diyorlar.
Kenan Akdeniz ise günlerdir bir televizyonlarda konuşulanlara, bir de 1993’den beri izini bulamadıkları dedesinin fotoğrafına bakıyor.
Orada söylenen doğruysa peki 30 yıldır dedesi nerde?
Torun Akdeniz, olan biteni anlatıyor:
“Dedem Mehmet Salih Akdeniz 68 yaşındaydı. Diyarbakır Kulp ilçesi İnkaya köyü muhtarıydı. Bizler tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorduk. Yaz aylarında su kaynaklarımızın tükenmesinden dolayı yaylalarımıza çıkar ve Ekim ayının başlarına kadar yani soğuklar başlayana kadar yaylalarımızda kalırdık .Dedemin devlet ricali ile ilişkileri çok iyiydi. Kaymakam, jandarma komutanı, hakim, savcı evimizde sürekli misafir olurdu.
Dedem, bölgemizde yaşanan problemlerin çözüm bulunması noktasında ciddi sorumluluk alan bölgemizin önemli kanaat önderlerindendi. Okul okumamıştı ama eğitime ciddi manada önem veren, bizlerin okuması için ilçe merkezinde bize ev tutup özel dersler aldıran ileri görüşlü bir insandı.
Çatışmalrın yoğun olarak yaşandığı dönemde olabildiğince köyümüzü ve aşiret mensuplarını bu şiddet sarmalının dışında tutmaya çalışırdı. Yaşanan çatışmalı süreçler bizleri ciddi manada etkilemekteydi.
Bir tarafta PKK şiddeti diğer tarafta devletin akıl almaz şiddet yöntemleri arasında bölge vatandaşları kendilerini korumaya çalışmaktaydılar.
Böyle bir ortamda 93 yılının Eylül ayı ortalarında Bolu Tugay Komutanlığı’na ait büyük bir operasyonun bölgede başlamıştı.
Bizler o dönemde artık yavaş yavaş soğuklar da başladığı için yaylalarımızdan köye inme hazırlıklarına başlamıştık.
Okullar açıldığı için ben, kardeşlerim ve okul okuyan akrabalarımızı dedem ilçe merkezine göndermişti. Başlayan büyük operasyon ile beraber dedem bütün köyü hemen yola koyup aşağıya yani İnkaya Köyü’ne göndermek için çalışmaktaydı.
Bütün köyü bir şekilde gönderdikten sonra babaannem (merhume Pembe Akdeniz) ve amcamın eşi merhume Zekiye Akdeniz ile beraber Şenkaya Yaylası’ndan çıkıp Alaca köyünde bulunan Panak Jandarma Karakolu civarına kadar gelmişler.
O dönemde yol olmadığı için araç trafiği orada başlamaktaydı. Görgü tanıklarının ve otobüs şoförünün anlatımı şöyleydi: “Araç tıklım tıkıştır, çoluk çocuk çatışmalardan kaçmaktaydı. Salih Amca, otobüsün ön tarafında oturmaktaydı araba tıka basa dolduğu için binemeyen insanlar vardı. Çocuklu bir ailenin de dışarda kaldığını gören Salih Amca yerini onlara verdi ve dolmuştaki herkesin ücretini ödedikten sonra ben sonraki sefer ile gelirim diyerekten otobüsten indi”
İndikten kısa süre sonra dedem Bolu Tugay Komutanlığı askerleri tarafından akrabamız Celil Aydoğdu ile beraber göz altına alındı. Babaannem Pembe Akdeniz ve amcamın eşi Zekiye Akdeniz yaklaşık bir hafta boyunca göz altında olan dedem ve diğer 10 köylüye yemek götürmek için ziyaret etmeye çalışmışlar.
Dedem Zekiye yengeme “Bizi bugün helikoptere bindirip götürecekler, Mehmet Emin ( Dedemin kardeşi ve dönemin ANAP il genel meclis üyesi ) ve Mizbah’a (Babam) haber verin” diyor.
O günden sonra dedem ve 10 kişiden haber almadık. Görgü tanıkları helikopterden atıldıklarını söylediler.
Helikopterden atıldıktan sonra bir kavak ağacının altına cesetlerini toplayıp yakılmış. Operasyon sırasında asker olan Adanalı bir asker merhum amcam rahmetli Mehmet Emin Akdeniz’e bir şekilde ulaştı.
Uzunca yıllar vicdan azabı çeken asker “11 köylüyü bir derenin yamacında uzun bir kavak ağacının altında cesetlerini yaktıktan sonra kemiklerini gömdük. Ben o ağaca bir işaret bıraktım” demiş.
Helikoptere bindirildikten sonra haber alınamayan dedem ve 10 kişinin kemikleri 2004 yılında bir yamacın ve uzun kavak ağacının altında bulundu. Ağaç büyümüştü ama askerin bıraktığını söylediği yarık izi hala görünebiliyordu.
Babamdan ve diğer yakınlardan alınan DNA örnekleriyle kemiklerin, 1993’te gözaltına alındıktan sonra kaybolan dedem ve 10 11 köylüye ait olduğu kesinleşti.
O yıllarda TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nda olan AK Partili Diyarbakır Milletvekili Cavit Torun çok uğraştı.
Babam yıllarca babasının izini sürdü. Hatırlarım, bir gün; Diyarbakır, diğer gün Elazığ başka bir gün Muş ilinde babasını sürekli arayıp durdu.
Sık sık dedemin evine gidip gelen, onu çok seven dönemin Kulp Jandarma Komutanı Ali Ergülmez ve Diyarbakır Bölge Asayiş komutanı Behçet Özdemir komutanların ağzından çıkan ifadelerdir: ” Salih Akdeniz bölgenin önemli bir değeriydi. Ormana ateş girdi mi kuruyu da yaşı da yakar. Mehmet Salih Akdeniz ve 10 köylünün başına gelen Yavuz Ertürk’ün hukuk ve sınır tanımaz eylemlerinin sonucuydu”
2004 yılında bulunan kemiklerin arasında bir de sigara tabakası bulundu.
“Dedem evimize gelen her misafire kendi özel tabağından sardığı tütün ile sigara ikramında bulunurdu. Hala gözlerimin önündedir dizlerinin üstüne oturur (misafire verilen değerdir) özel tütününden ikram ederdi. Dedemin kemikleri ile beraber meşhur sigara kutusunu da paslanmış bir şekilde toprağın arasında bulduk.”
Mehmet Salih Akdeniz’den geriye kalanlar birkaç parça kemik, bir sigara tabakası ve bir AİHM kararının adı: “Mehmet Salih Akdeniz ve diğerleri vs Türkiye.”
Vs. Yani versus. AİHM dosyalarında “karşı” anlamında kullanılan bir ifade.
Dağ köylüleri ömürleri boyunca Türkiye’yle karşı karşıya gelmemişti.
Türkiye’nin onlara karşı olup olmadığını ise açılan yeni soruşturmalarla göreceğiz.