Şansölyer Merkel Cuma günü iki Alman vatandaşının daha Türkiye’de tutuklanmasına tepki gösterdi. 15 Temmuz darbecilerine ve Türkiye’de terör eylemlerine karıştığı iddiasıyla iadesi talep olunan binlerce PKK’lıya, yargı bağımsızlığı gerekçesiyle kol kanat germekte sakınca görmeyen Berlin için Türkiye’de tutuklu bulunan toplam 12 Alman vatandaşı ise “siyasi rehine” konumunda. Alman haber ajansı DPA’ya göre, Angela Merkel konuyla ilgili olarak “birçoğu mesnetsiz olan tutuklamalar bizim hukuk devleti ilkelerimize aykırı” açıklamasında bulunabiliyor. “Onların” hukuk devleti ilkeleri, Alman yürütme organının başına, kendini iddia olunan suçun işlendiği yer (Locus regit actum) yargısının yerine koyma hakkını veriyor demek ki. (!)
Angela Merkel’in sözcüsü Steffen Seibert Alman “hukuk devletinin” bu ilkesinin altını kalın çizgilerle çizmekte sakınca görmüyor. “Şansölyer ’in de geçtiğimiz günlerde yinelediği gibi, Türkiye’den taleplerimiz son derece net” diyor ve ekliyor: “Türkiye’den doğrulanmamış gerekçelerle tutuklanmış Alman vatandaşlarının tümünün serbest bırakılmasını bekliyoruz.” Aslında sadece Alman vatandaşlarının değil, kimsenin mesnetsiz gerekçelerle tutuklanması kabul edilemez. Ama soruşturmayı yapacak, kararı verecek olan yürütme değil, iddia olunan suçun işlendiği yer mahkemesidir elbette.
Bu itibarla, Alman Şansölyer ve sözcüsünün söylediklerinin hukuki değil siyasi bir nitelik taşıdığını, Almanya’nın BM’in üyeleri arasındaki eşitlik ilkesini ayaklar altına almak suretiyle Türkiye’ye siyasi baskı yapmakta olduğunu kabul etmek gerekir. Alman yetkililer bunu doğrulayan işaretleri vermekte de herhangi bir sakınca görmüyor. Dışişleri Bakanı Gabriel’in “Erdoğan iktidarda kaldığı sürece Türkiye AB üyesi olamaz” açıklaması ve Merkel’in değil güncellenmesine, Türkiye ile Gümrük Birliği’ne dahi karşı çıkan sözlerinden Almanya’nın Türkiye’ye karşı mesnetsiz bir öfke içinde olduğu anlaşılıyor. Mesnetsiz zira hükümete göre 4500 iade talebimizi yanıtsız bırakan Almanya’nın 12 vatandaşı tutuklu diye Türkiye gibi kapsamlı ilişkiler içinde bulunduğu bir ülkeye böyle davranması normal değil. İnsanın aklına “asıl neden 15 Temmuz’un başarısız kalması mı, darbenin arkasında Almanya da var mıydı acaba” gibi sorular geliyor kaçınılmaz olarak.
AB, IV. Reich’in boyunduruğunda mı?
Almanya’nın darbenin arkasında olup olmadığı ayrı bir tartışma. Bu konuda kuşkularımı dile getirebilirim ama elimde kesin kanıtlar olmadan bir iddiada bulunamam. Beni asıl şaşırtan, Almanya’nın sanki diğer üyeleri de aynı görüşteymiş gibi, sürekli olarak Avrupa Birliği adına konuşması. Almanya’nın ekonomik olarak AB’yi domine ettiği kimse için bir sır değil ama 26 üye adına karar alma yetkisi de yok. O bakımdan Türkiye’yi cezalandırmak amacıyla Brüksel ile ilişkilerimizi kullanmaya kalkışmasını hem yadırgıyor hem de sadece Türkiye açısından değil, ayrıca ve hatta daha çok diğer üyeler açısından sakıncalı buluyorum.
Bu alt başlıkta yer alan IV. Reich ifadesi benim değil. Bundan yıllar önce (2011) haftalık Courrier International’de yayımlanan bir analiz “Avrupa Birliği. IV. Reich’in ve Şansölyer Merkel’in boyunduruğunda” (Union européenne. Sous le joug du IVe Reich et de la kaiseresse Merkel) başlığını taşıyordu. Orijinali İspanyol ABC’de yayımlanan bu analizin spotunda “Roma Antlaşması’nın ruhu borçlar kriziyle unutuldu ve Berlin Avrupa Birliği’ni domine ediyor” cümlesi yer alıyordu. Analizin ilk cümleleri de bu görüşü tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyordu:
“Angela Merkel, aziz Roma-Germen İmparatorluğu’nun (I. Reich) anılarının aksine iktidarını ve egemenliğini kurmak için başında bir taç taşımıyor. Ne başında II. Reich’in simgesi Otto von Bismark’ın ünlü sivri uçlu kaskı, ne de yüzünde III. Reich’in sembolü Adolf Hitler’in bıyığı var. Ama AB üyelerinin önemli bir bölümü sayesinde ya da nedeniyle birçok ülkenin anayasasında yer alan hakları kısıtlayan, hatta ortadan kaldıran IV. Reich’in krallığı altında yaşıyoruz. “(http://www.courrierinternational.com/article/2011/11/29/sous-le-joug-du-ive-reich-et-de-la-kaiseresse-merkel)
Yazıda özetle, Schuman ve Adenauer’in himayesinde kurulmuş olan Avrupa Topluluğu’nun özgünlüğünün egemen ve demokratik devletlerin gönüllü beraberliğinden kaynaklandığı, Roma Antlaşması’nın ruhunu oluşturan bu gönüllü birlikteliğin ne 27’leri, ne de Avro bölgesindeki 17’leri bir arada tutabildiği vurgulanıyor. Birçoğu borç batağındaki AB üyelerini artık ekonomik gücüyle II. ve III. Reich ’ten çok daha hassas ve etkin olan IV. Reich’in yönettiğinin altı çiziliyor.
Manuel Martín Ferrand’ın imzasını taşıyan analizin altını çizdiği bir başka önemli husus da o tarihte 20 Kasım 2011 erken seçimlerinden çıkan Temsilciler Meclisi’nde salt çoğunluğa sahip Rajoy hükümetinin Şansölyer’ in değil halkın serbest iradesine dayandığı gerçeğiydi. İspanyol yazarın bunu vurgulamasının nedeni, Almanya’nın üye ülkelerdeki milli iradeye, kararları hoşuna gitmediğinde saygı duymuyor olmasıydı.
Martín Ferrand ile benzer görüşlere sahip olan Fransız Nicolas Bonnal bu yıl Mart ayında Rus Sputnik haber ajansının yayımladığı “Avrupa’nın boyun eğişi ve Alman Reich’ının geri dönüşü” (La soumission européenne et le retour du Reich allemand) başlıklı yazısında özetle “Fransa’yı büyük devlet olarak elimine ettikten, Birleşik Krallık’ın kıtasal etkinliğini ortadan kaldırdıktan, Rusya’yı püskürttükten sonra (…) Almanya’nın Avrupa’daki hegemonyasını pekiştirdiğinin” altını çiziyordu. Bonnal bu bağlamda Berlin’in üye ülkelerdeki seçimlere (Fransa’da Macron’u, İtalya’da Renzi’yi desteklemek gibi) açıkça müdahale ettiğine işaret ediyordu. (https://fr.sputniknews.com/blogs/201703081030373715-europe-reich-allemagne-euro/) Dolayısıyla Almanya’nın aktif biçimde yürüttüğü Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı kampanyasının Türkiye’ye özgü değil, Avrupa’da hoşlanmadığı iktidarlara karşı izleyegeldiği politikanın bir parçası olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Bu itibarla, Almanya’nın Türkiye ile ilişkileri 24 Eylül seçim kampanyası nedeniyle gerdiği, seçimlerden sonra ilişkilerin yumuşayacağı görüşüne katılmak pek mümkün değil. Kaldı ki iktidardaki CDU/CSU seçimlerin favorisi olduğu gibi, koalisyon ortağı ve alternatifi ana muhalefet partisi SDP’nin de devlet politikası izlenimi veren Türkiye ile gerginlik politikasını paylaştığı görülüyor. Bu yaklaşım, temel amacın Türkiye’nin, daha doğrusu kullandığı oyu beğenmediği Türk seçmenin burnunu sürtmek suretiyle Erdoğan ve AK Parti’nin iktidardan düşürülmesini sağlamak olduğu izlenimi veriyor ne yazık ki.
Almanya, AB üyelik sürecinin önünü tıkadığını, ayrıca gümrük birliğine de karşı olduğunu açıklayarak, AK Parti’nin yanında durmaya devam eden bir kısım liberal demokrat seçmen üzerinde etki kurmak mı istiyor bilemem. Bir üye ülke, hele hele Almanya gibi AB’yi domine eden bir ülke istemedikçe Türkiye AB üyesi olamaz elbette. Ama artık çürümüş bir havuca dönüşmüş olan AB üyeliği karşılığında Berlin’e teslim olmayı kabul edecek seçmen çok mu Türkiye’de?
AB’nin ne olduğunu bilen, İkinci Dünya Savaşı ertesinde oluşturulan bu özgün barış projesine destek verenlerin Birlik’in IV. Reich’e dönüşmekte olmasından kaygılanmaması pek mümkün değil. Objektif ölçütlerle değil, siyasi hesaplarla uzatılan üyelik havucunun ne anlama geldiği Almanya’nın artık kartlarını açık oynamasından anlaşılıyor. Böyle bir üyeliği Alman Dışişleri Bakanı’nın dediği gibi sadece Erdoğan ve seçmeni mi istemiyor? Bilemem ama Türkiye’de Roma Anlaşması’nın ruhuna uygun bir Avrupa Birliği yerine IV. Reich ile bütünleşmenin peşinden koşacak çok kişi olduğunu da sanmıyorum.