Yaşadığımız ülkede mütedeyyin veya muhafazakâr bir çevrede dünyaya gelmiş herkesin muhakkak işittiği bir hadis vardır. Böyle bir çevrede doğmuş olmayanlarımızın dahi büyük çoğunluğu, hayatının bir evresinde bir şekilde bu hadisten haberdar olmuş durumdadır: “Cennet kılıçların gölgesi altındadır.”
Hemen herkes bu hadisi bilir. Bir şekilde okumuş veya işitmiştir. Ama “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” sözünün tek başına bir hadis değil, bilakis bir hadisin kayda ve şarta bağlı son cümlesi olduğundan neredeyse hiç kimsenin haberi yok gibidir.
Oysa hadis kaynaklarına bakıldığında görülür ki, bu cümle bir hadisin sadece son cümlesidir. Ve kendi anlam bütünlüğü içinde bu Peygamber sözü her hal ve şartta insanları savaşa yöneltmek ne kelime, savaş için yola çıkılan şartlarda dahi savaşsız bir çözümün imkânlarını aramayı tavsiye için söylenmiştir. Çünkü gerçekte hadis, “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz” cümlesiyle başlamakta ve “Allah’tan afiyet dileyiniz” diye devam etmektedir.
İlk iki cümlenin verdiği mesaj nettir: Sulh yoluyla çözüm bulamadığınız, kılıçları kuşanıp savaş için yola çıkmaya kendinizi mecbur bildiğiniz durumda dahi, öncelikli amacınız ve dileğiniz, meselenin kılıçlara başvurmadan çözüme kavuşması olsun. İçinizi negatif duygularla doldurmuş halde ve bir an önce kılıçları kullanmayı ister şekilde yola çıkmayınız. Bilakis savaş hazırlığıyla yola çıktığınızda dahi temenniniz savaşmaya gerek kalmadan meselenin sulh ve sükûn içinde halli olsun. Böyle bir beklenti ve dua içinde olunuz.
Savaş için yola çıkılan şartlarda dahi zihinde ve gönülde ‘barıştan yana’ bir temenni ve duaya bizi davet eden bu iki cümleden sonradır ki, Peygamber aleyhissalâtu vesselam barış yoluyla çözüm için bütün imkânlar tükendiğinde yapılması gerekeni söyler: “Fakat düşmanla karşılaşınca da sabrediniz ve biliniz ki, cennet kılıçların gölgesi altındadır.”
Görüldüğü gibi, hadisi sadece son kısmıyla zihne yerleştirince çıkan anlam ile bütünlüğü içerisinde okuyup yorumlandığında hadisten çıkan anlam birbirinin zıddıdır. Bütünlük ve bağlamından koparıldığında ‘savaşa teşvik’ diye okunan hadisin, bütünlüğü ve bağlamı içerisinde ‘barışa odaklı’ olup, ancak bütün seçeneklerin tükendiği şartlarda savaşa kapı araladığı görülmektedir.
Hz. Peygamberin bizzat katıldığı ‘gazve’lerle ilgili gerçek, bu hadisteki mesajı fiilen teyid eder. Siyer kitapları, Resûlullah’ın İslâm ordusunun başında sefere katıldığı yirmiyedi gazveden söz ederler. Ama bu gazvelerin sadece yedisinde gerçekten savaş yaşanmış durumdadır. Savaşı da göze alarak yola çıkılmış olmasına karşılık, bu seferlerin yirmisinde gerilim tam da hadisin işaret ettiği şekilde, yani ‘düşmanla karşılaşmaya gerek kalmadan,’ sulh ve afiyetle çözüme kavuşmuş haldedir.
Böyle olduğu içindir ki, Muhammed Hamidullah’ın Hz. Muhammed’in Savaşları başlıklı eserinde ortaya konulduğu gibi, bizzat Peygamberin katıldığı otuza yakın gazve ve sahabilerinden bir grubu görevlendirdiği altmışa yakın seriyye toplandığında on senelik Medine döneminde boyunca neredeyse yüz sefer gerçekleştiği halde, onların ancak belli bir kısmı savaşla sonuçlanmış, bu savaşlarda ise çok az can kaybı yaşanmıştır. Hamidullah’ın tesbitiyle, on senelik bir zaman diliminde Arabistan yarımadasında ikibuçuk milyon kilometrekarelik bir alan İslâm toprağı haline gelirken, her iki taraftan toplam can kaybı üçyüzü ancak geçmektedir. Bu kadar büyük bir alanın bu kadar az can kaybıyla fethi, ona göre, dünya tarihinde emsali görülmemiş, mucize niteliğinde bir olaydır.
Bunun da sebebi, Kur’ân’ın ‘onları yurtlarından çıkarmaya çalışanlar’ ve ‘din konusunda kendileriyle savaşanlar’ hariç hiç kimseyle savaşa müsaade etmemesi yanında, savaşın da bir hukukunun olduğunun bizatihi Kur’ân ve Peygamber aleyhissalâtu vesselam ile mü’minlere öğretilmesidir. Bu sebepledir ki, Kur’ân’da beş kez tekrarlanan “Hiçbir kimse başkasının günahını yüklenmez” âyetiyle ders verilen “Birinin hatasından dolayı başkası sorumlu tutulamaz” ilkesi mucibince, kendisiyle savaş halinde olunan topluluklar içerisinde dahi doğrudan mü’minlere kılıç doğrultanlar dışında hiç kimse mü’minlerin kılıçlarının muhatabı edilmemiştir. Gölgesi altında cennetin olduğu kılıçlar, işte bu şekilde hak gözeten, sınır aşmayan, masumu cezalandırmaya kalkışmayan kılıçlardır. Bugünün diliyle konuşursak, Asr-ı Saadetteki savaşlarda hiçbir zaman ‘topyekün savaş’ mantığıyla hareket edilmemiş, ‘sivil unsurlar’ asla ‘meşru bir hedef’ olarak görülmemiştir. O kadar savaşta bu kadar az zayiat olmasının bir sebebi, savaşın her şeyi meşru hale getirmediğini bilmekle gelen bu hukuka riayet hassasiyetidir.
Hamidullah merhumun ilim adamı titizliğiyle çalışıp ortaya koyduğu bu emsalsiz durumun diğer bir sebebi de, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın her canı aziz bilmenin getirdiği hikmetle hareket etmesidir. Kendilerine saldıranlar ile dini anlatıp yaşamalarına mani olanlara karşı mü’minlere cihad izni ve emri verilmiştir. Ama Kur’ân güçlerin orantısızlığı aşikâr iken mü’minlere savaşmayı emrediyor da değildir: “…Allah sizden yükü hafifletti ve sizde bir zaaf olduğunu bildi. O halde, sizden sabredecek yüz kişi olursa, ikiyüz düşmana galip gelirler. Sizden bin kişi olursa, Allah’ın izniyle ikibin düşmana galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir” (bkz. Enfâl, 8:66).
Müslümanların ilk büyük savaşı olan Bedir’in ardından gelen bu âyetler, başka savaşlar kadar, Hendek savaşı diye bilinen savaşın seyrini de biçimlendirecektir. Aslında bu savaş, ‘Ahzâb savaşı’ olarak da bilinir. Çünkü ilk defa bu savaşta Arabistan’daki İslam karşıtı bütün unsurlar (hizipler, yani ‘ahzâb’) yekvücut olup kılıçlarını ve mızraklarını beraberce Medine’ye yöneltmiş haldedir. İki haftalık yolu dört günde kat eden haberciler bu ortak savaş hazırlığını Resûlullah’a ilettiğinde onun yaptığı ilk iş, sahabilerini istişare için biraraya getirmek olur. Medine’yi savunacak durumdaki sahabilerin sayısı üç bini bulmazken yaklaşık oniki bin kişilik bir orduya nasıl karşı konulabilir? Birleşik ‘ahzâb’ın amacı bellidir. Bu kadar büyük bir güç ile Medine’ye saldırmakla, geride tek bir mü’min bırakmayacak şekilde bir soykırım hedeflenmektedir. Akıllarınca, güçlerini birleştirerek hepsi için tehdit oluşturan ‘İslam meselesi’ni kökten çözeceklerdir.
Medine’ye yönelik saldırı mukadderdir ve birkaç hafta içinde birleşik Ahzâb ordusunun Medine kapılarına dayanacağı aşikâr gözükmektedir. Bu büyüklükte bir orduya meydan savaşıyla karşı koymanın ise uygun bir seçenek olmadığı görülmektedir. Peki ne yapılabilir, nasıl karşı konulabilir?
Bu sorulara cevap arayışı sürerken, İran asıllı bir sahabi olarak Selman’dan bir öneri gelir. Selman-ı Fârisî, vaktiyle köle olarak Medineli bir Yahudi tüccara satılmış biridir ve İslâm Medine’ye geldiğinde o da İslâm’ı seçenler arasında olmasına mukabil köleliği sebebiyle özgürce hareket edememiştir. Özgürlüğüne kavuşması için sahibinin koyduğu ağır bedel mü’minlerin desteğiyle ödendiği içindir ki, ilk defa bu savaş öncesinde hür bir insan olarak durumun görüşüldüğü meclistedir. Selman-ı Fârisî, doğup büyüdüğü diyarda böylesi durumlarda şehirlerini hendek kazarak korumayı tercih ettiklerini söyler. Böylece soykırım niyetiyle Medine’ye yürüyen bir orduya en az zayiatla nasıl karşı konulacağının cevabı büyük ölçüde netleşir. Arabistan yarımadasında ilk defa başvurulan bir tedbirdir bu. Her türlü imkâna ve silaha sahip, özellikle de o günün savaşlarında muazzam bir güç dengesizliği oluşturan çok sayıda atlıyı da bünyesinde barındırır halde Medine’ye doğru harekete geçen birleşik orduyu, mü’minler kazacakları hendeğin öbür tarafında bekleyecektir. Medine’nin dağa yaslanmış tarafından bir saldırıya uğraması mümkün değildir; çünkü sert ve keskin volkanik kayalarla kaplı bu bölge bir ordunun harekete geçebileceği özellikte değildir. Birleşik ordu ancak çölden, ova tarafından Medine’ye doğru saldırıya geçebilir. İşte burada, beş buçuk kilometre uzunluğundaki bir hatta oluşturulacak bir hendek, bu orduyu durdurabilir.
Bu görüşün kabul görmesi sonucu derhal işe girişilir ve birkaç hafta içinde beşbuçuk kilometrelik bir çizgide, genişliği dokuz, derinliği ise dört buçuk metreyi bulan bir hendek kazılır. Bu genişlik ve derinlikte bir hendeği atlarla geçmek mümkün değildir. Köprüler kurarak veya doldurarak hendeği geçme teşebbüsü ise mü’minlerin atacağı taş, ok ve mızraklarla engellenecektir. Yine de hendeği geçmeyi başaranlar olursa, hendeğin geri tarafındaki bahadır sahabiler onları bertaraf edecektir.
Şartları doğru tahlil edip imkânları en iyi şekilde değerlendirmenin örneği olan bu mukavemet sayesinde, bu ortak saldırı amacına ulaşamaz. Birleşik hizipler yirmisekiz gün süren kuşatmadan bir sonuç alamayıp, saldırıları püskürtülmüş bir şekilde geri dönerler. Oniki bin kişilik bir ordu Medine’de tek bir mü’min bırakmamak üzere yola çıkmıştır, ama savaş sona erdiğinde sadece altı sahabi şehit olmuş durumdadır. O da, uzaktan atılan okların ve mızrakların kendilerine isabet etmesi sebebiyle. Soykırımı amaçlayan bir saldırıyı Hz. Peygamber pervasız ve hikmetsiz bir meydan okuma ile karşılamadığı, bilakis ortak aklı işleten hikmetli ve dikkatli bir stratejiyi tercih ettiği için, çok büyük bir tehdit çok az zayiatla bertaraf edilmiştir.
Asr-ı Saadette, orantısız bir güç durumunda takınılması gereken doğru tutuma dair bir diğer örneği ise Mûte savaşında görürüz. Gassânîlerin emîri Şurahbil b. Amr’ın Peygamberin elçisini öldürtmesine cevap vermek üzere yola çıkan ordu, beklemediği şekilde kendisinden en az on kat güçlü bir Bizans ordusuyla karşı karşıya geldiğinde, teke tek çarpışmalardan sonra ordunun komutasını üstlenen Halid b. Velid’in yaptığı şey, kazanılması imkânsız bir savaşa sokarak orduyu helâk etmek değil, başarılı bir strateji ile geri çekerek orduyu salimen Medine’ye getirmek olmuştur. Resûlullah işte bu tedbiri uygulayan Halid b. Velid için ‘Allah’ın kılıçlarından bir kılıç’ diye söz eder. Peygamberin ona ‘Allah’ın kılıcı’ unvanını vermesi, bütün orduyu helâk etmeyi göze alarak inadına çarpışmak yerine, kazanılması imkânsız bir savaştan orduyu başarılı bir şekilde çekip zayiatsız surette Medine’ye dönüşünü sağlayan bir tedbirle hareket etmesine binaendir.
Peygamberin yaşadığı günlerin bu gerçeklerine baktığımda, Müslüman toplumun bugünkü durumu ile o gerçekler arasında kahredici bir mesafe görüyor gözlerim.
Oradaki ölçüler, buradaki ölçüsüzlük…
Oradaki hukuk hassasiyeti, buradaki hukuka riayetsizlik…
Oradaki doğru değerlendirme kabiliyeti, buradaki gerçeklerden kopukluk, mâkuliyetin reddi ve itidalsizlik…
İşte bütünlüğü içinde hadisin, işte Mûte’nin dersi ve işte Hendek’ten çıkan ders…
Birbirini pekiştiren bu derslerden hangisini aldığımız söylenebilir?