Serinin önceki yazısında, yazar Buzzati’nin Teğmen Drogo’nun ilk görev yeri olan Bastiani Kalesi’nden ayrılma isteğini bazı politik düşüncelere değil, bir dünya sevgisine, Amor Mundi’ye dayandırdığını söylemiştim. Buzzati bunu bir Kent-Kale ikiliği üzerinden yapıyordu: “Subay çıkan Giovanni Drogo, ilk atandığı yer olan Bastiani Kalesi’ne gitmek üzere kenti bir eylül sabahı terk” ediyordu örneğin.
Terk ettiği Kent Amor Mundi’yi, atandığı görev yeri ise, ne uğruna olursa olsun dünyayı hakir görmeyi, Contemptus Mundi’yi temsil ediyordu.
Bunu, Teğmen Giovanni Drogo’nun daha romanın başlarında, annesinin kentteki o güzel evinden ayrılıp çok uzaklardaki Bastiani Kalesi’ne doğru at sırtına yaptığı yolculuğun zorluğundan, yahut yolda karşılaştığı yüzbaşı Ortiz’in kaleye dair anlattığı şeylerden anlıyorduk. Bu yolculuk Giovanni’nin yaşamını her bakımdan öylesine değiştirmekte idi ki bindiği at bile bunu fark etmiş, atının adımları ölgünleşmişti.
Zihninde kent hayatının imgeleriyle Kale’ye doğru ilerleyen Giovanni, Kale’de hayatın nasıl geçeceğinden endişelenmeye başladı.
Yüzbaşı Ortiz ona Kale’nin civarında hiçbir yerleşim yeri olmadığını, en yakın kasabanın bile 30 km uzakta olduğunu söyleyince şunu merak etti örneğin:
-Öyleyse kalede pek eğlence olmasa gerek?
-Pek eğlence yoktur gerçekten de.
-Kalede insanın canı sıkılmıyor mu, yüzbaşım?
-İnsan alışıyor.
Demek, kale pek eğlenceli bir yer değildi ve ama insan buna alışıyordu. Drogo bu “alışma” meselesine bir çentik attı.
Atlarını sürmeye devam edip Kale’ye yaklaştıkça Bastiani’nin renksiz duvarlarını gördü ve şunu düşündü Drogo: “Kalede, yaşamın tatlı yanlarını anımsatacak hiçbir şey yoktu.”
Bu “tatlı anlar”a da okuyucu bir çentik atıyordu.
“Kalenin tepesinden hiç olmazsa birkaç yerleşim alanı, tarla, ya da bir ev görünüyor muydu acaba? Yoksa yalnızca, hiç kimsenin oturmadığı bir toprak parçasının mutsuzluğu mu uzanıyordu? Drogo kendini birden yalnız hissetti.”
Drogo bir çentiği de “mutsuz bir yalnızlık”a attı.
“O ana değin, rahat bir evi, yakınında neşeli arkadaşları ve uyuyan bahçelerdeki küçük gece serüvenleri olduğu sürece sahip olduğu kaygısız asker tavrı, o güzel özgüven aniden yitip gitmişti. Kale, ona, dahil olacağını asla düşünmediği, ama gözüne kötü göründüklerinden değil, yalnızca alıştığı yaşamdan çok uzak olduklarından düşünmediği meçhul dünyalardan biri olarak görünüyordu.”
İşte tam o an “geri dönmek, kalenin eşiğinden bile atlamadan, ovaya inip, kente ve tatlı alışkanlıklarına yeniden kavuşmak istedi. Böylesine bir zaafın, bunun bir asker için utanç verici olmasının hiç önemi yoktu: Gitmesine izin verildiği takdirde bunu bizzat itiraf etmeye hazırdı.”
Böyle düşünüyordu ama bir şey, bir tereddüt, askerce cesaretle ve bir komutanının ona söylediği gibi “efendi bir çocuk” olmakla sarmalanmış bir korkaklık Drogo’yu eylem’e geçmekten hep alıkoyuyordu ve hep alıkoyacaktı:
“Kuzey ufkundan bembeyaz ağır bir bulut yamaçların üzerinden yükseliyor ve tam tepedeki güneşin altında hiç etkilenmez bir biçimde nöbetçiler, otomat gibi bir ileri bir geri yürüyordu. Drogo’nun atı kişnedi, sonra her şey tekrar sessizliğe gömüldü.”
Aklının en uğultulu yerlerinden geçen bu düşünce ayaklanmaları, tıpkı uzaktan gördüğü kalenin bacalarından ölgünce çıkan dumanlar gibi ilkin fokurduyor, sonra belirsizleşiyor ve en sonunda yok oluyordu.
Bu kararsız tavır, kalede 18 yılını geçiren Yüzbaşı Ortiz’de de vardı ve Drogo’nun kararsız çöl çiçeğinin tohumları, Kale ile adeta bir aşk-nefret ilişkisi içindeki Yüzbaşı Ortiz’i dinlerken ekilmekteydi:
“Ortiz kale hakkında kötü konuşmaktan zevk alıyor gibiydi ama bunu özel bir ses tonuyla tıpkı çocuğunun kötü yanlarını, aslında erdemleriyle karşılaştırıldığında pek az olduklarından emin olmanın rahatlığıyla sayıp dökmekten hoşlanan bir baba gibi yapıyordu.”
Kale’ye doğru at sırtında yapılan bu yolculuk boyunca Buzzati, Teğmen Drogo’nun Kale’yi neden sevmeyeceğini, Kent’te olan şeylerin, coşkunun, eğlencenin ve her türden insanî eylem’in orada olmamasına bağlıyordu. Drogo, Kent’e dair ne varsa onların hepsini bu Kale’de yitirecek ve onları özleyecekti. Hep.
Kaleye geldikten sonra Drogo’nun düşüncelerinde bir değişiklik olmadı. Kale’den ayrılmayı kesinkes istiyordu.
Ama Kale’de, onun zihniyle oyun oynayan yeni bazı şeyler devreye girdi.
Bunlardan biri kariyerle ilgili idi; zorlu bir yer olan Bastiani’de iki yıl görev yapmak başka yerlerde yapılan dört yıl görevin yerine geçiyordu; bu bakımdan, tüm özleyişlerine rağmen subay Giovanni için burada kalmak “rasyonel”di.
Bir diğer zihin bükücüsü ise Tatar Çölü ve oradan ülkeye saldırabilecek Tatarlar’la, ve böyle bir saldırı olursa oradan devşirilebilecek kahramanlıkla ilgiliydi; Tatarlar her an saldırabilirdi ve söylenenlere göre Majesteleri en kuzeydeki bu Kale’yi ve içindeki subayları çok önemsiyordu.
Drogo’nun kaleden ayrılamamasının ana nedeni genellikle bu ikisi görülmüş, Teğmen Giovanni’nin hayatını kendi elleriyle yok etmesi, bu nedenden türeyen askerce bir kahramanlık, şan, madalya, şeref gibi şeylere bağlanmıştır.
Ama bence Giovanni’nin karşı karşıya bulunduğu esas tehlike, bunlardan daha yakın, daha “hemen orada” olan ve gündelik hayatın içinde eriyerek onun her yerine belirsizce dağılıp sızdığı ölçüde görülmesi daha zor olan bir şeydi:
Kale’de kalmaya karar verdiği andan itibaren Drogo kalenin rutin, monoton askerî işleri tarafından yutulmaya başlamıştı.
Buzzati bunu şöyle anlatıyordu:
“Borular çalabilir, savaş türküleri duyulabilir, kuzeyden ürkütücü haberler gelebilirdi, bir tek bunlarla kalsa Drogo yine de kaleden giderdi; ama şimdiden alışkanlıkların uyuşukluğunu, her günkü duvarlara karşı duyulan evcil bir aşkı duymaya başlamıştı. Başlangıçta ona dayanılmaz bir angarya gibi görünen nöbetler yavaş yavaş bir alışkanlık halini almış, yönetmelikleri, üstlerin küçük takıntılarını, mevzilerin şekillerini, nöbetçilerin yerlerini, rüzgardan iyi korunan kuytuları, boruların dilini öğrenmişti. Göreve hakim olmaktan özel bir keyif alıyor, erlerin ve astsubayların kendisine karşı duydukları giderek artan saygıdan hoşlanıyordu. Görevin monoton ritmi içinde dört ay onu tuzağa düşürmeye yetmişti.”
Askerî rutinin Teğmen Drogo’yu tuzağa düşürmeyi başaran yanı, bunların bol miktarda, küçüklü-büyüklü kural, yönerge ve ritüel; ve bunların her biriyle ilgili başarı ve başarısızlık ölçütleri içermesiyle ilgiliydi.
Zaten bu tür kural, yönerge ve ritüellerin bir amacı da kişinin iş yapma kapasitesini harekete geçirmekten çok, bu birbiriyle ilintilendirilmiş norm ve ritüellerin sayısal çokluğu sayesinde normlar ve ritüeller kapanının kişiyi yutmasını, onun kendisini sürekli bir eleştirinin odağı, cezalandırılma olasılığıyla yüz yüze biri olarak hissetmesini sağlamaktı. Öyle ki kişi, sonuçta normların öngördüğü bir işi başarıyla tamamlamış olma duygusunu taşımak yerine, eleştirilmekten ve cezalandırılmaktan kıl payı kurtulduğu duygusunu taşıyor ve bu, kendisinin yetersiz bir kişi olduğu inancını güçlendiriyordu.*
Böylelikle, önüne sürülen normlara uyacak becerileri ve ustalıkları edinme konusunda motive oluyor ve bunları sorgulamayı aklından geçirmemekle kalmıyor, bunlarla kendi varlığı arasındaki ilişki bağını da koparıyordu.
Böylece, zamanla, Drogo Kale’de kaldıkça, onun Kale’de kalmayı isteyip istememesi değil, Kale’nin muteber subaylarından biri olmayı başarıp başaramaması önemli hale geldi.
Buzzati’nin Tatar Çölü’nü insanları düşünmeden itaat eden bir otomata dönüştürme amacıyla bizzat insan doğasını değiştirmeye çalışan bir faşist totalitarizmin egemenliği altındaki Mussolini İtalyası’nda yazdığını hatırlarsak, Bastiani Kalesi’nin bu totalitarizmin mükemmel bir örneği olduğunu fark ederiz.
Buzzati ‘nin romanın kahramanı olarak bir işçiyi, bir doktoru, bir avukatı değil de bir subayı seçmesi de, galiba, Bastiani’nin bu niteliğiyle ve dahası, kişilerin kurallara sadece uymasının değil, aynı zamanda onlara gönülden katılmasının beklendiği bir uzam olmasıyla ilgiliydi.
Üstelik, rütbeler artıp hiyerarşi basamakları tırmanıldıkça bu gönülden katılma da artıyor ve kişi bu normların sadece uygulayıcısı değil, aktarıcısı ve uygulatıcısı da oluyordu.
Bunun ne ölçüde gerçekten gönülden yapıldığı ise, bunlarla kendi varlığı arasındaki ilişkiyi yok saymayı sürdürmesine bağlı olarak kişiden kişiye değişen muammalar olarak kalıyordu.
Bastiani Kalesi’nin o durağan ama kendinden emin duvarlarıyla Drogo’ya kurduğu bu tuzak 30 yıl sürdü ve onun 30 yılına mal oldu.
Sonuçta roman, artık binbaşı olan Drogo’nun, hastalığı nedeniyle Kale’den adeta kovulmasıyla bitti: Kale komutanı Yarbay Simoeni, Drogo’nun tüm karşı koyuşlarına rağmen, onun artık kalede kalmamasını ve tedavi için Kent’e gönderilmesini uygun görmüştü.
Drogo Kale’den gönderilirken zorla bindirildiği at arabasında kılıcını, ayaklarını örten battaniyenin üstüne koydu. Kılıcı zayıfça parlar gibi oldu.
Kaleden çıkarken “askerlerden birkaçı Drogo’yu selamladı ama sayılan pek az, selamları da eski selamlardan farklıydı.”
“Teğmen Moro’yla birkaç arkadaşı ona iyi yolculuklar dilemek için yanına gittiler. Ama vedalaşmaları gençlerin yaşlı kuşaklara karşı gösterdikleri o belli belirsiz sevginin etkisindeydi, pek kısa sürdü.”
“Tüm yaşamı, dünyadan tamamen tecrit edilmiş bir şekilde orada geçmişti; otuz yılı aşkın bir süre düşmanı beklemek için kendini her türlü zevkten mahrum kılmış, şimdiyse, tam düşman gelirken kovulmuştu. Kırışmış yanaklarından yavaşça acı gözyaşları dökülüyordu, her şey çok zavallı bir biçimde son buluyordu ve söylenecek hiçbir şey yoktu.”
“İğrenç herifler! İğrenç herifler! diye düşündü.”
Burada Buzzati devreye giriyordu:
“Haydi biraz cesaret Drogo. Hiç olmazsa kandırılmış yaşamın güzel bitsin. Yazgıdan intikamını al, kimse sana kahraman ya da buna benzer bir şey demeyecek ama işte tam da bunun için böyle yapmaya değer. Gölgenin sınırını, resmi geçitteymiş gibi kararlı bir adımla aş, hatta becerebilirsen gülümse.”
Drogo kimsenin görmeyeceği bir karanlıkta gülümsediğinde “ışığın içeri girdiğini fark etti.”
Giderek daha da koyulaşan gökyüzüne, küçük vadideki mor gölgelere, hâlâ güneşte parıldayan yüksek tepelere baktı. Bastiani Kalesi uzaktaydı artık, oradaki dağlar bile görülmüyordu.
“Günbatımında şehri, baharın tatlı telaşlarını, nehir boyundaki caddede gezen genç çiftleri, pencerelerden taşan piyano seslerini, uzaklardaki bir tren düdüğünü düşündü.”
Giovanni Drogo sonunda yine kente dönmüş, Kale’nin tepelerindeki kuşkulu bekleyişin, Tatar Çölü’nün, kariyer kaygılarının, bekleyişle geçen uzun yılların küçücük basit bir şeye dönüşüverdiği o anda, gecikmiş uyanışı ve iyileşmeyi orada bulmuştu:
“Aşağıda, hanın oturma odasında önce bir, sonra iki adam aşktan söz eden bir şarkı söylemeye başladı.”
* Bkz: Ulrich Bröckling, Askeri İtaat Üretiminin Sosyolojisi ve Tarihi (Ayrıntı Yayınları).