Yirmiiki yıl önce, bir önceki yıl İstanbul’da bir seminerde tanıştığımız, bağımsız bir teoloji okulunun Müslüman-Hıristiyan ilişkileri merkezinin eş-müdürlüğünü yapan Filistinli bir profesörün merkezleri adına yaptığı davetle ABD’ye gitmek üzere hazırlandığımız vakitlerde, aldığımız ilk uçak biletinin üzerinde yazan tarihin yirmibirinci yüzyılın seyrini değiştiren bir olayın tarihi haline geleceğini bilmiyorduk ve bilemezdik. Araya aile efradından çok yakın birinin düğünü girince, 11 Eylül 2001 tarihli bu bileti iptal etmiş, yerine bir hafta sonraya başka bir bilet almayı tercih etmiştik.
İyi ki de öyle etmişiz. Çünkü 11 Eylül gününe gelindiğinde gördük ki, New York’taki İkiz Kulelere yapılan akla hayale gelmedik saldırı sebebiyle, o gün uçağa binsek bile mecburen geri dönecekmişiz. 18 Eylül’de bizi New York JFK Havalimanına indiren uçak ise, 11 Eylül saldırılarından sonra Avrupa’dan ABD’ye giden ilk uçak özelliğini taşıyordu. Connecticut’ta büyük kısmı eyalet başşehri Hartrford’da geçen dokuz ay boyu, orada bulunmamızı sağlayan Prof. Dr. İbrahim Abu Rabi’nin her bakımdan desteğini gördük. Hz. İsa’nın da çocukluk yıllarında yaşadığı diyar olarak bilinen Nâsıra’da doğup büyümüş bir Filistinli olarak Prof. Abu Rabi, İsrail’in sebebiyet verdiği eziyetler sebebiyle zaman içinde dağılmaya mecbur kalmış; bir kısmı Ürdün’de, bir kısmı Suriye’deki Yermük mülteci kampında yaşayan, bir kısım efradı ise kendisi gibi ABD’ye gelebilmiş bir ailenin çocuğuydu. Onunla olan sohbetlerimiz vesilesiyle, Filistin’in ve Filistinlilerin yaşadıklarını doğrudan bir Filistinlinin dilinden defalarca dinledim.
ABD’de bulunduğumuz zaman, 11 Eylül saldırıları sebebiyle herşeyin değişime uğradığı, bu esnada garip bir şekilde birçok insanın bir Müslümanın dilinden olup bitene dair yorum ve izahlar dinlemeyi istediği bir zamandı. Muteber bir yüksek eğitim kurumunda ders veren, dahası bu kuruma bağlı bir merkezin eş-müdürü olan Prof. Abu Rabi, bu sebeple, doğrusu çok meşguldü. Hafta içi davet edildiği ortamlar bir yana, özellikle Pazar günleri kiliseler bir Müslümanın gözünden ve dilinden olan bitenleri görmek ve dinlemek üzere kendisini davet ettiklerinde, sağolsun neredeyse hepsine misafireten beni de götürmüştü. O davetlerden biri, bulunduğumuz şehrin, Hartford’ın merkezindeki en eski kiliselerinden biriydi ve yaşlı bir Amerikalı sunumu sonrasında Prof. Abu Rabi’ye safdilâne şu soruyu sormuştu: “Biz bütün dünyaya iyilik yapmaya çalışırken niye bize düşmanlık ediyorlar?” Bu soruya cevaben Abu Rabi, ABD’nin Latin Amerika, Uzakdoğu ve Afrika’daki ‘iyilik’lerine kısaca değinip, Filistin, Irak ve Afganistan’daki ‘iyilik’lerini detaylıca anlattı.
Yine bir hafta sonu yerleşik kiliselerden birinin özel programları için inşa edilmiş bulunan şehirden uzak, vadiler arasındaki bir mekânda farklı dinlerin mensuplarının konuşmacı olarak davet edildiği dünya barışı temalı bir atölye çalışmasında Müslüman dünyada ABD’nin desteği veya seyirciliğinde olup bitenleri işittiğinde bir Katolik rahibin dilinden dökülen şu kelimeleri hiç unutmadım: “Güya dünya gücüyüz, ama dünyadan haberimiz yok.”
Bu etkinliklerde konuşulanlar, birebir temaslar, gidiş geliş esnasında yolda yaptığımız değerlendirmeler derken, Prof. Abu Rabi’nin bilhassa vurguladığı bir husus vardı. Birçok Amerikalı aslında neler olup bittiğini bilmiyor, medya ve akademyaya hakim unsurlar eliyle tek taraflı bir yönlendirmeye maruz kalıyor, kamuoyu böyle biçimlendiği için de ‘the establishment’ düzenini aynen devam ettiriyor.
Nitekim bir akşam Connecticut College’ın uluslararası ilişkilere odaklı bir öğrenci grubuna verdiği bir seminerde Abu Rabi bu hususa dikkat çektiğinde, bir kız öğrenci ABD dışında geçirdiği bir önceki yaz ilk defa ‘Filistin gerçeği’ne uyandığını; Amerikan medyasında müthiş bir filtreleme ve beraberinde yönlendirme olduğunu ancak Amerika dışına çıktığında farkettiğini söylemişti. Zaten Abu Rabi de bu yönlendirmeler sebebiyle ABD’de yerleşik algının şu olduğunu defalarca bana söylemişti: “Yerinde yurdunda yaşayagelen İsrailli masum insanlar var. Sonra o diyara Filistinli yabancılar geliyorlar ve şiddet kullanarak bu insanları yerlerinden yurtlarından etmeye çalışıyorlar!” Gerçek tam tersiydi halbuki…
2011’de davetli olduğu bir etkinlik sebebiyle Ürdün’de bulunduğu sırada bana şüpheli gelen bir şekilde vefat eden merhum Prof. İbrahim Abu Rabi, Müslüman dünyadaki aşırılıkların da bu düzen ve algıyı beslemek için uygun fotoğraflar sunduğunun farkındaydı. Özellikle İslami Cihad ve Hamas’la ilgili farklı gözlemleri ve detayına burada girmeyeceğim çok ciddi çekinceleri vardı.
Ama bizim ABD’de olduğumuz o günlerde, Mart 2002’de Ariel Şaron’un direktifiyle İsrail ordusunun Batı Şeria’ya, Yasir Arafat’ın karargâhına kadar uzanan ve uluslararası baskı olmasa muhtemelen Arafat’ı da öldürmeyi planladıkları saldırı, Filistin topraklarının bugün itibarıyla yetmişbeş yıllık işgalcisi bir entite olarak İsrail’in asıl meselesinin yalın biçimde ‘Filistinli ve Filistin’ olduğunun açık bir deliliydi.
Ama İsrail’in hukuksuz bir şekilde Batı Şeria’ya girerek onlarca Filistinliyi öldürdüğü o günlerde, anaakım Amerikan televizyonlarında şöyle bir manzara gördüm. Gün gün öldürülen ‘onlarca’ Filistinlinin sadece sayısı verilir ve hiçbir görüntü yer almazken, o günlerden birinde öldürülen ‘bir’ İsraillinin cenaze töreni haber bültenlerinde dakikalarca izletildi. Olgunun ‘algı’ ile nasıl tersyüz edilebildiğini çıplak gözle gördüğüm dehşet verici bir manzaraydı bu!
ABD’de Filistinli bir profesörün davetiyle misafireten bulunduğum o yıl, bu gözlemlerin de eşliğinde bana iki şeyi farkettirdi: (1) medyanın bu manipülatif gücüne karşı doğru bilgilendirme kanalları açmanın, (2) sivil toplumun ve birebir ilişkilerin önemi. Hakkınızın savunulması için sizin haklı, mağdur, mazlum olmanız yetmiyordu. Haklı, mağdur ve mazlum olduğunuzu ‘sizden’ olmayan, ‘sizin gibi’ olmayan insanların da bilmelerini sağlayarak ma’şerî vicdanı harekete geçirip o arsız manipülatif rüzgârı kesebilirdiniz. Ancak kamuoyunu bu şekilde olması gereken yönde harekete geçirerek karar alıcıları etkileyebilirdiniz.
Bu gözlemimi ABD dönüşü sonrası farklı zeminlerde paylaştım. Doğrudan bazı şeyleri uygulama gücüne sahip olan kimi mecralara da ilettim. Yaşadığım, hayal kırıklığıydı. Gördüm ki, bizim diyarda Filistin’deki mağduriyetle ilgili maalesef bir ‘pazar’ oluşmuş. Siyaset başta olmak üzere bu işin ekmeğini yiyenler var ve bu meselenin ara ara alevlenmesi bazıları için meselenin çözüme kavuşmasından daha kullanışlı gözüküyor.
Oysa bin kere tecrübe edildiği üzere görülen şu ki, Filistin meselesi ne Müslüman dünyadaki siyasîlerin avurtlarını şişirerek yaptığı hamasî konuşmalarla çözülebilir, ne de heyecanlı ‘İslamcı’ların meseleyi ‘İslamcılık, İslam dünyası, ümmet’ parantezine hapsedip öfke yüklü ama hikmetsiz aktivizmlerinin yelkenlerini şişirdikleri protesto gösterileriyle… Bilakis, bu meselenin çözülmesi isteniyorsa, en başta onu ‘araçsallaştıran’ her türlü tutumdan içtenlikle uzak durmak; ayrıca insanlık vicdanının bir meselesi olarak her kesimden insanın dikkatini buna çekip desteğini sağlamak gerekiyor.
Son olaylar esnasında bunu bir kez daha gördük.
Hamas’ın en başta (bir önceki yazıda değindiğimiz) İslam’ın savaşla ilgili ilkeleri açısından ihlaller içeren saldırısı elbette eleştiri gerektiren unsurlar içeriyor. Ama işgale karşı direnen Hamas ile işgalci İsrail’i eşitleyen bir tutum bile ahlâkî değilken, İsrail’in masum Filistinlilerin üzerine indirdiği bombaları ve başka her türlü insanlık suçunu ‘meşru müdafaa’ gibi gören arsızlığın izahı olamaz. Hamas’ın durduk yerde zuhur etmeyen eylemlerini bahane ederek, sanki Hamas’ın olmadığı yerde veya zamanda İsrail hiç mi hiç zalimlik yapmıyor da usulca ve edebince hareket ediyormuş gibi meseleyi Hamas parantezine indirgeyen hiçbir tutumun ahlâkîliği sözkonusu olamaz.
Ama öte yandan görülen bir gerçek var ki, bir kez daha masum sivilleri, kadınları ve çocukları hedef alıp cami, kilise, hastane ve okulları dahi bombalayan İsrail savaş makinesini mevcut şartlarda Müslüman dünya tek başına durduramaz. Müslüman ülkelerdeki, ulus-devlet ve beraberinde ‘ulusal çıkarlar’ ekseninde biçimlenmiş zihinleriyle “bize ne?” diyenleri geçelim; ne Filistin meselesine sahip çıktığında da, çıkar gözüktüğünde de, çıkmadığında da hep ‘politik çıkarlar’ penceresinden bakan Müslüman siyasetçiler, ne meseleyi ‘Müslümanların meselesi’ne indirgeyen ‘İslamcı’ hareketler eylem ve söylemleriyle bu meseleye çözüm ve çare olabilirler.
Filistin’in meselesi, İsrail’in Filistinlilere saldırısı sözkonusu olduğunda ‘insan hakları’yla ilgili bütün söylemlerini unutuveren, dolayısıyla başka diyarlarda ‘insan hakları’ üzerinden söylediklerinin üzerine de kara bir gölge düşürerek bu meseledeki duruşunun ‘ilkesel’ değil ‘pozisyonel’ olduğunu açık eden Batılı yönetimlere bırakılarak çözülecek bir mesele değil. Konvansiyonel Batılı medya da, yirmiiki sene önce çıplak gözle gördüğüm yerde durduğunu, hatta daha da geriye düştüğünü aşikar bir şekilde gösterdi maalesef.
Ama öte yandan, ‘insan’ diye bir canlı olduğunu, onda ‘vicdan’ denilen bir değer olduğunu; başkasının acısı üzerine harekete geçip başkasının uğradığı haksızlığın giderilmesi için çabalamanın farklı inanç, renk, cinsiyet, ideoloji, yaşam tarzı tercihlerinden milyonlarca, belki milyarlarca insanların buluşma noktası olabildiğini bu hengâmda bir kez daha gördük. Keza, iletişim imkânlarını değerlendirip bilgilendirme kanallarını açarak konvansiyonel medyanın zalimi mağdur, mağduru saldırgan gösteren illüzyonunun darmadağın edilebileceğini de gördük…
Giden canları geri getirmek maalesef mümkün değil. Ama eğer benim gibi ‘mütedeyyin’ hassasiyetleri içinde yaşamaya çalışan insanlar,Filistinlilerin öldürülme korkusu olmaksızın vatanlarında insanlık onuru, haklar ve refah içinde yaşamasını istiyor iseler, onlar için neyi yapmaları ve neleri yapmamaları gerektiğini umarım görmüşlerdir.
Dünya ‘biz ve onlar’dan ibaret değil. Dünyanın her yerinde kötüler olduğu gibi, dünyanın her yerinde iyiler de var. Kötülerin dayanışmasıyla oluşan zalimliği kırmanın yolu, ‘hepsi bir’ toptancılığında çözüm aramaktan değil; bu toptancılıkları aşarak, iyilerin buluşup dayanışmasını mümkün kılacak bir inisiyatifi başarmaktan geçiyor.
Kötüler birleşmiş halde. İyiler de birbirine omuz vermeli…
Çünkü açıkça görülüyor ki, meseleyi devletler değil, insanlar çözecek.