Muhtemelen futbol camiasının en nefret edilen hocalarından biridir ama ben Jose Mourinho’yu severim. Gerçekten çok özel bir hikâyesi vardır onun. Kariyerine Sir Boby Robson’un tercümanlığı ile başladı. Porto’da sıra dışı başarılara imza attı. Adada Chelsea’yi zirveye taşıdı. Durmadı, İtalya’ya gitti, Katenaçyo üstatlarına savunmanın kralını gösterdi, İnter’i hem İtalya’nın hem de Avrupa’nın şampiyonu yaptı.
O sıralar Real’e gelmesini çok istiyordum. Dileğim tuttu, “Özel Biri” Santiago Bernabeu’ya ayak bastı. Barça fırtınasının sert estiği günlerdi. Eflatun-Beyazlılar, ondan canlarını bezdiren tiki takaya bir son vermesini, rüzgarı tersten estirmesini bekliyorlardı. Pek de istedikleri gibi olmadı.
Gerçi Mou ikinci yılında Beyaz-Şimşekler ile şampiyonluk tacını taktı ama taraftarlarla yıldızı pek barışmadı. Onun topun arkasına geçen, oyunu kilitleyen, topu rakibe bırakan ve hücumdan ziyade savunma hüneriyle netice elde eden tarzı Realseverleri tatmin etmedi. Zira Real demek; topa hükmetmek, rakibe sahayı dar etmek ve skor ne olursa olsun golün peşinde koşmaktı. Taraftar, Mou’da aradığını bulamamıştı.
Ferguson’un tahtında
Real ile yollarını ayıran Mou önce Chelsea’ye gitti. İlk sezon her şey güllük gülistanlıktı. Sonra hava bozdu, Jose ile futbolcuların arası açıldı, takım sahada tel tel dökülmeye başladı. Abramovich’n başarısızlığa tahammülü yoktu. Mou’ya pılını pırtını toplamasından başka çare kalmamıştı. Chelsea’nin kapsını çekip çıktığında gittiği yer, belki de Mou’nun en çok olmak istediği yerdi.
Sir Alex Ferguson’dan sonra Manchester United’da dikiş tutmamıştı. Moyes ve Van Gaal facialarından sonra bir kurtarıcıya ihtiyaç vardı. Mou, biçilmiş kaftandı; anahtarlar ona teslim edildi. Böylece Mou -en çok istediği yere- Ferguson’un tahtına kurulmuş oldu.
Ne var ki, ManU’nun başındaki ilk yılında işler Jose’nin istediği gibi gitmedi. Bıraktığı Chelsea, Conte’nin liderliğinde ligin tozunu dumanına katarken, Mou’nun ManU’su arkada nal topladı. Chelsea, Tottenham, Manchester City, Liverpool ve Arsenal’in gerisinde kalan Mou, ligi altıncı sırada tamamladı. Yüzünü düşüren bu sonuç, aynı zamanda Mou’nun devler arenasından uzak kalması anlamını da taşıyordu. O da çareyi UEFA Ligi’ne sarılmakta buldu. Kupayı aldığında ŞL’ne de katılacaktı zira. Onun için bir zamanlar çokça küçümsediği yola bu kez baş koydu. Vaktiyle dudak büktüğü kupayı kaldırdığında öyle bir sevindi ki, onu çimlerden kazımak epey zor oldu.
“Maradona dilencileri”
İşte o Mou, UEFA’nın galibi olarak Real’in Süper Kupa’daki rakibi oldu. Karşısında ise Zidane vardı. Maçtan önceki açıklamalarında Jose, başa geçtiğinde Real’in Avrupa yarışında geri kaldığını, üç yıl boyunca gruplardan öteye gidemediğini, Real’i tekrar yarı finallere kendisinin çıkardığını söyledi. Real’in bugün geldiği noktada payının büyük olduğunu belirten Mou’nun Zidane’ye verdiği mesaj açıktı: “Sen şimdi Real’in başında bahçende armut toplar gibi kupaları topluyorsan, bunda benim de emeğim var, sakın unutma!”
Yazının başında “Mou’yu severim” demiştim. Ama Zizou’yu daha çok severim. Bir sohbetimizde Ali Fikri Işık, Eduardo Galeano’dan mülhem, kendisi için “Maradona dilencisi” demişti. Ben de öyleyim. Şeyh Maradona’yı her zaman tek geçerim. Listenin başına onu yazar, altını boş bırakırım. Eğer mutlak bir isim eklenecekse oraya Zinedine’i eklerim. Yani Zidane sevgim de öyle sıradan bir sevgi sayılmaz. Hele bir de Real’in başındaysa!
Gönlüm -elbette- Real’dan yana, oturdum ve bu sevdiğim iki adamın Üsküp’teki kapışmasını seyrettim. Mou her zamanki “cool” tavrından uzaktaydı. Eşofmanları içinde yerinde duramıyor, sağa sola talimatlar yağdırıyordu. Zidane ise şık takım elbisesi ve her nedense her daim biraz kısa kravatıyla sakin bir şekilde oyuncularını uyarıyordu. Psikolojik olarak Real’in üstünlüğü su götürmezdi. Ama hazırlık maçlarında Real çok iyi sinyaller vermemişti. Zidane da buna dikkat çekmiş ve “Eğer hazırlık maçlarında istediğiniz sonuçları alamamışsanız yanlış iğden bir şeyler var demektir. Sezonun ilk resmi maçında bu yanlışlarımızı düzeltmek ve kazanmak için çalışacağız” demişti.
Bir sol bekten daha fazlası
Maç başladığında Ronaldo’yu yanında oturttu Zinedine. Çünkü Ronaldo kampa geç katılmış, yeteri kadar takımla antrenmana çıkamamıştı. CR7 oynamak istiyordu ama Zidane’nin felsefesi çok netti: “Benim görevim herhangi bir futbolcuyu mutlu etmek değildir. Benim için takım önemlidir.” Real’in ilk 11’inde yeni bir oyuncu yoktu. Geçen yılın kadrosu ve dizilişi (4-3-3) sahadaydı. Gerçi Zidane’ye göre “Dizilişin bir önemi yoktu(r); oyuncuların sahada ne yaptıklarının önemi vardı(r) ” ve sahadakiler gerçekten iyi iş çıkarıyorlardı.
Isco, giderek olgunlaşıyor; kendine güveni artıyor, top ayağına yakışıyor, sorumluluk alıyor. Casemiro, Zidane’den sonra her geçen gün üstüne koyuyor, defansif güçlülüğüne ofansif yaratıcılık ekliyor. Kroos, dinamo gibi, durmadan ileri-geri çalışıyor. Modriç, nihayet hak ettiği 10 numarayı sırtına geçirmiş takımı bir maestro gibi yönetiyor. Bale’nin sanki Real’deki vadesi doluyor. Benzema iyi ama Morata da gittikten sonra yanında Mbappe’ye yok demem. Ramos-Varane ikilisi oturmuş, dengeli oynuyor ve birbirlerini gayet iyi tamamlıyorlar. Carvajal hırslı. Marcelo ise her zaman bir sol bekten çok daha fazlası.
Real maçın her bölümünde ManU’ya baskın çıktı. Hele bir 15-40. dakika arasında öyle bir ablukaya aldı ki Manchester kalesini, Mou birinci bölgesine değil otobüs sıra sıra tır dizse yine fayda etmez, Madrid’i durdurmazdı. Zizou eze eze bir kupayı daha müzesine götürürken, Mou bir Süper Kupa finalinden daha boynu bükük ayrıldı.
“Kazanmaktan yorulmayız”
Maçtan sonraki basın toplantısında bir gazeteci Isco’ya “Her şeyi kazandınız. Bundan sonra sizi ne motive edebilir?” diye sordu. Isco, şanslı bir dönemden geçtiklerini ve bir futbolcu olarak kazanabileceklerin bütün kupaları aldıklarını belirtikten sonra ekledi: “Ama biz hep kazanmak isteriz. Her maçı, hatta her antrenmanı kazanmak isteriz.”
Benzer bir soru Zizou’ya da yöneltildi. Cevap çok kallaviydi: “Karakterli oyuncularım var. Karakterli bir oyun anlayışına sahibiz. Real Madrid her zaman aç bir takımdır. Sürekli olarak daha fazlasını isteriz. Kazanmaktan yorulmayız.”
Yani ne kazanılacak maç biter ne kaldırılacak kupa ne de bizdeki kazanma isteği.
Onun için önümüze bakalım.
Aralık’ta Abu Dabi’de FİFA Kulüpler Dünya Kupası var.
Önce onu alalım, sonrasına Allah kerim!