“Köyde kimse yok / Ne bir insan, ne de taş üstünde bir taş / Çocuklar yok / Enkaz çığlık atıyor/ Ve bir anne kendini sallıyor uyuyabilmek için / Bebekler, küçücük çocuklar / Çamurla kaplanmış / Yollarda bulunmuşlar / Onlarsa konuşuyor / Amaçları savaş / Ne laf ama… Düşen bombalar / Amerikan yapımı / Yeni Ortadoğu / ‘Pirinç kadın’ ciyaklıyor.”
Müziğini şiirleriyle besleyen Patti Smith’in 2006’da yazdığı bu şarkı (Qana) aynı yıl yaşanan İsrail-Lübnan “çatışma”larına tepki. Hizbullah’ın iki İsrailli askeri kaçırması, sekizini de öldürmesinin ardından İsrail’in kara-hava saldırılarıyla “bin sivil” hayatını kaybediyor. “Sivil”lerin arasında henüz boyu posuyla o tarife bile iliştirilemeyecek bebekler, çocuklar…
Şarkısındaki “Pirinç kadın,” dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice. Smith’in sözlerindeki gibi atılan bombalar da, politika da “Amerikan yapımı”. Bakan Rice Lübnan’daki katliamı -Amerika’nın İsrail postalıyla yaratacağı- “Yeni Ortadoğu’nun doğum sancıları” olarak adlandıracak kadar pervasız. Üstüne ateşkesin de erken olduğunu, İsrail’in “mücadelesine” devam etmesi gerektiğini savunuyor. Bu vurgusu cebinizde dursun, güncellenecek birazdan…
Bu kaçıncı katliam?
Şarkı, İsrail’in Lübnan’ın Qana köyünü hedef alan topçu ateşinin sonuçlarını anlatıyor. Bugün de süren, hiç bitmeyen bir serinin kara film müziklerinden sanki… Üstelik o köyde 2006’da yaşanan dehşet de kaynaklarda “İkinci Qana Katliamı” olarak yer alıyor. İlki 1996’da, İsrail’in topçu ateşiyle… İsrail -en az- yarım asırdır hep yapıyor, yine yapıyor.
Hem de köyün yakınında 800 Lübnanlı sivilin sığındığı BM yerleşkesine. Onlarca top mermisi isabet ediyor o “uluslararası korunmalı” merkeze… Çoluk çocuk, genç yaşlı 100’den fazla “sivil” ölüyor. Yaralananların aralarında BM Barış Gücü askerleri de var.
Savaşta büyüyen çocuklar
Yukarıda fotoğraf o günlerden… Evet, dayanılmaz; “haber-yazı fotoğrafı” olarak kullanılması da tartışmalı. Ama durum bu, fotoğrafı bu; Rice’ın (da) söylemiyle “İsrail’in mücadelesinin” fotoğraf albümü bunlar da dolu.
Bakarken o sayfaları atlamak da zor, atlamamak da… Lâkin yıllardır böyle (de) süren “İsrail’in mücadelesini” öyle ya da böyle meşrulaştıranlar için dert değil: Savaş bu, hatta sadece çatışma! Karşılarında da hep o “savaş”ta büyüyen çocuklar. İster elinde kuru ekmek parçası olsun, isterse taş. O taş da cebinizde dursun…
Uluslararası muafiyet
Qana’da lokantası olan 58 yaşındaki Hasan İbrahim Kreyha katliamlardan yıllar sonra, 2016’da AA muhabirine şunları söylüyor: “Yolda, meydanda, sokakta her yanda cesetler vardı. Arkadaşlarımın, dostlarımın kolları bacakları paramparça olmuştu. Çoluk çocuk 106 ölü, yüzlerce yaralı vardı. Korkunç bir sahneydi, tarif edilemez.”
Kreyha İsrail’in BM üssünü yanlışlıkla vurduğu “savunmasını” da reddediyor: “Evet, Hizbullah ile İsrail arasında bir savaş var. Sen arada kalırsan nereye gidersin, BM’ye gidersin. Burası uluslararası olarak korunan bir yer. İsrail, insani ya da uluslararası kuralları önemsemiyor. Seçilmiş insanlar olduklarını kendileri de söylüyor. Filistinli, Lübnanlı, Türk veya Norveçli öldürseler dahi onlara hiç bir şey olmuyor.”
Hayal kırıklığı yaratmış!
İsrail’in “Yanlışlıkla vurduk” bahanesinin de, Filistin topraklarını işgal etmeye başladığı 1967’deki kamuflaj üniformasının derin cebinden çıktığı, yine kısa sürede belgeleniyor. O dönem UNIFIL’de görev yapan Norveçli asker Gunnar Brands, Qana saldırısından hemen önce bölgede keşif yapan İsrail’in insansız hava aracını görüntülüyor. Her şeyi ortaya koyan net görüntüleri yine BM’de görevli Fijili bir asker İngiliz gazetecilere sızdırıyor.
Brands, BM’nin olayı soruşturduğunu, ancak “İsrail’i kınamakta görüş birliği sağlanamamasının hayal kırıklığı yarattığını” da vurguluyor: “Her halükarda görüntüler İsrail için kötü sonuçlar doğurdu. İsrail defalarca yaptığı açıklamaları değiştirmek zorunda kaldı.”
Operasyonun adı Gazap Üzümleri
Ama biz de iyi biliyoruz ki pervasız, denetimsiz, “cezasız” gücün bugün söylediğini yarın değiştirmesi, hattâ kolayca reddetmesi tabiatındandır. Tersini hayal etmenin nafile olduğunu anlamanın da, “hayal kırıklığı”yla değil, zihniyete, muhakemeye dair başka kırıklıklarla ifade edilmesi gerekir.
O ölümcül döngü yarım asırdır defalarca karşımıza çıktı. Bugün de yine ekranlarda… İsrail’in “Qana katliamı”yla gündeme yine yerleşen o operasyonun adı “Gazap Üzümleri”ydi. Bugün de seyredilen manzaraların yorumunu o bağdan toplarsan nedeni elbette “misilleme” ya da daha yumuşak tınısıyla “karşılık”.
İsrail’in “haklı karşılıkları”
İlk ateş (olayına göre kıvılcım, tahrik) oradan… İsrail de karşılık vermiş, işgalle durma büyüyen topraklarından. Meseleyi zalimliğin, şiddetin tartısına çıkardığında o terazinin “haklılık” kefesine kimin parmağını daha kuvvetli, üstten üstten bastığı da hep ortada.
Savaşlar ve haklılık zaten yan yana gelmeye müsait iki kelime değil her zaman. Tehlikeli… (Alper Görmüş’ün Serbestiyet’te 23 Ekim 2023’de yayınlanan “İnsan kıyıcılığının bir kaynağı olarak ‘aşırı haklılık’ duygusunun merceğinden Hamas-İsrail savaşı” yazısı, her fırsatta cepheye çıkan, pusuda bekleyen bu büyük tehlikeye dikkat çekiyor.)
Dünyanın en büyük “kamp”ı
Bu savaşta “orantısız güç” kavramı bile, İsrail’in verdiği “karşılık”ların yanında başını önüne eğiyor. Filistinlilerin taş atan çocukların, gençlerin fotoğraflarıyla da simgeleşen “intifada (ayaklanma, silkinme)” eylemine verdiği karşılık ve sonuçları, sadece ekranlardaki görüntüleriyle değil, raporlarla da karşımızda.
1987’de başlayıp inen çıkan grafiğiyle altı yıl süren intifadada, İsrail ordusu binden fazla Filistinliyi, yine yaşıyla başıyla “çoluk çocuğu” öldürüyor, 120 binden fazlasını tutukluyor. 1990’a doğru Batı Şeria’daki her 50 kişiden birisi Negev’deki Ktzi’ot hapishanesinde. Dünyanın en büyük gözaltı (esir) kampı. Oradan pek görüntü yok elimizde. Ama İnsan Hakları Raporları’nda şiddetin her türü belgeli…
İntifadaya soykırım projeksiyonu
Save the Children (Çocukları Koru) organizasyonunun İsveç kolu da 30 bine yakın çocuğun intifadanın ilk iki yılında dayak, fiziksel şiddet sonucu tıbbi desteğe ihtiyacının olduğunu raporlamış. Bu sayının üçte biri 10 yaş altındaki çocuklar. Bu, şiddetin bir yönü… Ramazan ayı boyunca Gazze’deki birçok kampta sokağa çıkma yasağı uygulandığı ve yerleşimcilerin gıda almalarının baskıyla engellendiği de raporlarda. Bir zulüm, “muharebe” aracı olarak açlık, raporlarda…
Fikri takipte ille eskiye gitmeye de gerek yok. Birkaç gün önce ABD Kongresi’nin Üniversitelerde Antisemitizm Soruşturma Komisyonu’nda üç ünlü üniversitenin rektörleri ifade veriyor. Cumhuriyetçi Kongre Üyesi Elise Stefanik, rektörlere, Yahudiler için soykırım çağrısı olduğunu savunduğu “intifada” sloganlarını kullanan öğrenciler için disiplin işlemi yapılıp yapılmayacağını soruyor. Aldığı karşılık komisyon üyelerini de, “lobi”yi de kızdırıyor: “İfade özgürlüğüne bağlıyız…” Devamında “ama”sını da getirseler, o cenah için yenilir yutulur değil.
Tabiatıyla, tabii ki yapacaklar!
Yaklaşık 20 yıl önce “Pirinç kadın Rice”ın pervasızca dillendirdiği gibi, ABD BM Güvenlik Konseyi’nde ateşkes karar tasarısını yine veto ediyor geçen gün; taze haber de bayat. İsrail de hâlâ “cezasızlık ayrıcalığı”nın ekmeğiyle semiriyor. 7 Ekim’den beri 17 bin kişi öldürülmüş ne gam. Tabii ki (!) altyapı, mülteci kampları, sığınmacılar, okullar, hastaneler de bombalanacak, gıda, ilaç sevkiyatı, insanî yardım da engellenecek. “Tabiat”ı bu o tarihin.
Her şey devletine, hükümetine ateş püsküren İsrailli gazeteci Gideon Levy’nin güncel kara ironisinde gibi olacak, sürecek yine: “Masum insanlara ateş açacağız, insanların gözlerini çıkarıp yüzlerini parçalayacağız, sürgün edeceğiz, el koyacağız, soyacağız, insanları yataklarından kaldıracağız, etnik temizlik yapacağız ve tabii ki Gazze Şeridi’ne yönelik akıl almaz kuşatmayı sürdüreceğiz ve her şey yoluna girecek!” Zira ona göre “İsrail-Filistin çatışması yok. Bir şekilde bitirilmesi gereken İsrail işgali var. Bizim karanlık arka bahçemizde dünyanın en vahşi ve acımasız, zorba bir rejim var.”
“Büyümez ölü çocuklar”
Filistin’de, Gazze’de yarım asırdır yaşananlar, insanlığın aralıksız büyüyen utanç arşivinin de en çarpıcı bölümlerinden. Yaşananlar hakkıyla dosyalansa, o dev arşivdeki “işgal, soykırım” raflarına komşu olacak belki.
Hayır, “soykırım”la -fırsat mı fırsat- kontratak değil asla niyetim. Kıyas filan da değil. Ama yarım asırdır sistematik olarak işgal edilen o coğrafyada bebeklerin, çocukların, gençlerin, kim bilir kaç neslin yaşadıklarıyla ilgili duygularım, o kelimeyi de getiriyor, koyuyor önüme.
Zira oradaki bebekler, çocuklar bildiğimiz anlamda büyümüyor, yetişmiyor. Onlar ruhuyla, bedeniyle, sağlığı, beslenmesi, yaşadıkları ağır travmalarla zaten “ölü çocuklar.” Nâzım Hikmet’ten mülhem “büyümez ölü çocuklar”.
Savaş öldürmezse açlık öldürür
Yaşadıkları “kıyamet”e dair günlük haberler ölüme giden, ölümle iç içe bir hayatın acı tefrikası. Bu satırları yazdığım saatlerde yayınlanan haberlerin ortak paydası “Çocukları savaş öldürmese bile açlık öldürür”. Öldürüyor da adım adım.
Euronews’un Gazze muhabiri Nebal Hajjoo, “derme çatma” mülteci kampların birine giderek “ekmek alıp alamayacaklarını bilmeden tek öğünle yaşamaya çalışan” kadın ve çocuklarla konuşuyor. “Aç uyuyup, aç uyanıp, tek öğünle aç geçiriyorlar günlerini…”
Euronews’daki başka bir haberde de “Save the Children”ın işgal altındaki Filistin topraklarındaki Ülke Direktörü Jason Lee’nin anlattıkları var: “Gazze’de hayal edilemeyecek acılarla dolu bir insani felaket yaşanıyor. Bombalardan ve kara operasyonlarından sağ kurtulan çocukların çoğu, insani yardımın silah olarak kullanılmaya devam edilmesi halinde hastalıktan, açlıktan ve susuzluktan ölecek.”
500 bin çocuk “yaralı”
Birleşmiş Milletler’in çocuklara insani ve gelişimsel yardım sağlamaktan sorumlu bölümünden UNICEF görevlisi Toby Fricker’ın aktardığı tablo da dehşet verici. Üstelik tarifsiz ağırlaşan o tablo Filistin için yeni de değil. Koca bir tarih:
“7 Ekim’de çatışmalar başlamadan önce de UNICEF Gazze Şeridi gibi istikrarsız bir yerde yaşamanın getirdiği baskıyla mücadele eden binlerce çocukla zaten çalışıyordu. Çocuk nüfusunun yaklaşık yarısı, yani yaklaşık 500 bin çocuk bir tür zihinsel sağlık veya psikososyal desteğe zaten ihtiyaç duyuyordu. 300 bin çocuk zaten beslenme yetersizliğiyle boğuşuyordu.”
“Bir saatlik çocukluk…”
Fricker bugün benzeri görülmemiş bu kıyametin çocuklar için artık tamamen “sadece hayatta kalma mücadelesi”nedönüştüğünü vurguluyor. Manzarayı anlatırken kurduğu cümle de yürek yakıcı: “Göreceli olarak ‘barışçıl’ yahut ateşkes anlarında görevliler, çocuklara çevrelerindeki dehşeti geçici olarak unutabilmeleri için bir saatlik çocukluk yaşatmaya çalışıyorlar.”
Çocukların “kendilerine zarar vermeye başladıklarını, saçlarını yolduklarını, kanayana kadar derilerini kaşıdıklarını” da gözlüyorlar, bunu raporlarına alıyorlar. Çoğunda panik atak, erken PTSD belirtileri var; kendilerine ve ailelerine ne olacağı konusunda dehşet içindeler.
“Günü gününe değil an be an”
O “cehennem ortamında” çocuklara geleceğe dair düşüncelerini sorduklarında bir umut kıvılcımı, çocuksu bir hayal bile yok: “Şu anda Gazze Şeridi’ndeki hiçbir çocuk, hiçbir aile, hiçbir ebeveyn geleceği düşünemiyor bile.
“Sahadaki UNICEF personeli günü gününe bile değil, an be an yaşamaktan bahsediyor. Bugün Gazze Şeridi’nde hiçbir yer güvenli değil. BM okulları, devlet okulları, sağlık tesisleri ve insanların barındığı diğer yerler vuruldu.”
“Çatışma cephede, savaş arkadadır”
Bir başka haber Reuters’dan; derme çatma kamptaki ailesinin çadırının önündeki minderin üzerinde oturan Zakaria Rehan, elinde küçük oğlu Yazan’ı ve içinde az miktarda sıvı bulunan bir biberonu tutuyor.
Rehan şunları söylüyor: “Biberondaki aslında bir kaşık süt toz içeren su sadece, hatta bir kaşıktan daha az, süt gibi kokan herhangi bir şey. Sadece onun süt olduğunu düşünmesi, ona kanıp içmesi için veriyorum.” Orada “beslenme” de zaten bir öğün! Lafın gelişi “öğün”.
Savaşlar, işgaller, çatışmalar ve açlık… İsmet Özel de yazmış vaktiyle; “Çatışmalar cephede, savaş arkadadır / (…) Savaş günü çattıysa açlık / Kimsenin aklını kanırtmayacak.”
“Küçük çocuk”un öldürdüğü çocuk
Nâzım Hikmet’in, dizesini yazımın başlığına aldığım “Kız Çocuğu” şiiri çok bilinse de, şaire ilham veren gerçek hikâyesi öyle midir bilmiyorum. Sadako Sasaki Hiroşima’ya Amerikalı mizahıyla, şirin şirin “Little Boy” adını verdikleri atom bombası atıldığında iki yaşında. Radyasyonun kalıcı etkilerine anca 10 yıl direniyor. O da ölüyor sonra fasılalarla, yıllar içinde ölen 200 bine yakın insan gibi; o günlerde halkın deyişiyle “Atom bombası hastalığı”ndan.
Kaynaklara göre hastalığının ağır etkileriyle bir Japon efsanesine, “Kâğıttan 1000 turna yaparsan tanrılar bir dileğini yerine getirir”e tutunarak mücadele etmeye çalışmış. Rivayete göre turnaların kâğıttan kanatlarına “barış, huzur” yazıyor ki onu uçup tüm dünyaya taşısınlar. O süreçte barışın simgesi oluyor Sadako Sasaki.
Ses hızı, ışık hızının hep gerisinde
Nâzım’ın o şiiri, o barış çağrısı çok bilinse, hatta sakız misali çiğnense de -de ki- hâlâ turnaların kanatlarında. Olmayacak duaya âmin romantizmi diyeni de var, çoluk çocuk hayali, rüyası diye iç çeken de… Savaş varsa elbette çocuklar ölür üstadım. Savaş fiilen de yaşını büyütür, onları “sivil” istatistiklere katar, resmen de büyütür, “çocuk asker” olurlar cephede.
Turnaları, kuşları da öldürür, kuş kadar çocukları da… Cephe gerisi-ilerisi, bebeği, çocuğu-ergeni-“çiçeği burnunda” genci fark etmez. Önce onlar ölür, sonra onlar ölür. Böyle çağrılara uyacak / uyanacak bir insanlığın kat ettiği yol da, de ki turna menzili. Filistin’den gündelik haber bültenleri baktığında ölçü birimi sanki hâlâ arpa boyu. Daha çok, daha kuvvetli çıksa da “ses”ler… Sez hızı, ışık hızının yine çok gerisinde. “Dünya”ya ne zaman ulaşır bilinmez…