Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIMehtaplı gecelerde…

Mehtaplı gecelerde…

Aya “sert iniş” yapmak yahut ayı roketle vurmak, hatta “Aya Seyahat” tam 104 yıllık bir fikir. Lâkin bugün bile bazı hâlleri beni -hayretle- dumura uğratıyor. Mesela aya giden astronotumuzla attığımız ilk adımın, o adımı ayda 55 yıl önce atan insanlık için çok büyük olup da, şimdi öyle sayılmamasını anlıyorum elbette. Ama kalkıp 55 milyon dolara “ay yolcusu” olmanın bizim için “büyük” adım olmasına dumru aklımı erdiremiyorum. Biz dünyalı değil miyiz?

Bazı meseleler insanı dumura uğratıyor. Yeteneklerini, imkânlarını kaybediyorsun, becerilerin zayıflıyor, etkisiz-tepkisiz kalıyorsun. Dumur organlarının da işgör(e)mez hâle gelmesine yol açabiliyor. Kalıyorsun öyle… Aklın, muhakemen dumura uğruyor. Karşılaştığın meseleye, vakaya akıl erdiremiyorsun, erdirsen de pek anlamıyorsun. 

Damarlarımdaki kanı köpürtüp hepsini beynime sevk etsem de ertelenen aya uzay aracı yollama projemizin milli mânâsını da anlamıyorum doğrusu. Anlasam da yani. O yolculuktan önce biletini alıp bir Türk astronotunu aya yollamanın bugün bir aşama, mertebe, aya ilk adım olarak görülmesini de… Anlayamıyorum.

Biz dünyalı değil miyiz!

Bu adımın insanlık için 55 yıl önce çok büyük olup da, şimdi adımdan sayılmamasını anlıyorum elbette. Ama kalkıp 55 milyon dolara el âlemin hususi taksisinde “ay yolcusu” olmanın milli ehemmiyetine dumru aklımı erdiremiyorum.

Mesela niçin artık aya gitmek günümüzün dünyası için “küçük” bir adım da bizim için “büyük” adım oluyor? Biz dünyalı değil miyiz! Üstelik yarım asır önce ayda voltasını atan Neil Armstrong’un “İnsan için küçük, insanlık için dev bir adım” vecizesini tersine çevirerek… Her şeyi tersine çevirmek zorunda mıyız?

Anlama yeteneğim İdrakX

Zorluyorum… Son derece iyi niyetle “Belki oraları yakından gören bir astronotumuzun değerli gözlemleri sonraki seyahatlerimiz için önemli, yol gösterici, kılavuz olacaktır” diyorum. Lâkin bir “ama”sı var hep. Şairin dediği gibi “Değişen ne anlamıyorum ki /Böyle sürekli /Değişen ne, değişmeyen ne…”

Astronotumuzu aya fırlatan Falcon 9’un roketinin Elon Musk’ın SpaceX’ine ait olması da kafamı karıştırıyor. Musk pek sevilmiyor gibi ülkemizde… “Evlat olsa sevilmez” diyen de vardır belki ama… Ülkemizin “influencer”larından Demet Akalın’ın ağır tepkisi hislerimize tercüman oluyorsa o da hoş bir durum değil.

Akalın Musk satın aldıktan sonra Twitter’ın X olmasına, yapılan değişikliklere sinirlenince “Twiterı bu deliye satanın da Allah belasını versin” deyiveriyor. Gerçi iki ay sonra Musk’ın SpaceX için Türkiye müşteri temsilcisi aradığını duyunca durumu düzeltme çabası var, aynen şöyle: “Maaaşı istemem biyere bağışlarsak varım…” Bunlara bakınca bende de anlama-anlatma yeteneği İdrakX. O kafayla böyle bir yazı yazmak da hoş sayılmaz.

Roketle ayı mı vuracağız?

“Aya sert iniş” projemiz de kafamı karıştırıyor. Kafamda “Roketle ayı mı vuracağız?” gibilerinden münasebetsiz sorular. (¹) Kafamızın karışması da normal. Nitekim iki yıl önce Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “yüzeye sert iniş” sözlerine açıklık getirme gereği duymuştu:

“Uzay aracımızın aya sert iniş yapmasını sağlayacağız. Böyle bir aracı tasarladığımızda dayanıklılık, radyasyon testlerinden geçebiliyor mu? Bu aracı yönlendirerek ay yüzeyine adeta çarptırabiliyor muyuz? Biz bunun testini gerçekleştireceğiz.”

“Ay çarpması” ve şaşkın anlak

Şaşırmamaya çoktan alışmış bir vatandaş olarak şaşırmam da bünyemi, muhakememi etkiliyor. Aya giden hızlandırılmış eğitimli ilk astronotumuz da anlamayı, idrak etmeyi şaşkınlığın gölgesinde zorlaştırıyor.

Şaşkın anlak… Sanıyorum Varank’ın halefi Bakan Mehmet Fatih Kacır da benzer duygular içinde. Astronotumuzun uzaya çıktığı anları izlerken ilk tepkisi, refleksi aynen bizim gibi: “Vuh, gitti adam…”

Eğer bir yıl ertelenen projemiz gerçekleşir, “adeta aya çarparsak” da sevinçle şaşıracağız. Bi vuh daha, sonra da her muhabbette “Uhuuu biz aya gittik”… “Ay çarpması”nın etkisi, gururuyla kafamız bi dünya, bi uzay. Kutlayacağız. Belki  bayram da ilan eder, muhabbetin o kadim marşını söyleriz: “Mehtaplı gecelerde hep seni andım…”

“Astronot Niyazi”yle sırayı savmak

Aya gitmek, ötesi inmek, orada babanın evi gibi dolanmak önemli tabii. Öyle bir teknolojiye ulaşmak… ABD’nin 1969’da televizyonlardan naklen görüntüleri hâlâ aklımızda. Gitmiş kadar olmuştuk. Çok önemliydi de ABD 1972’de son inişle bıraktı o tiryakiliğini: Görev tamam…

Belki o meydan okumayı “Şimdi sıra bizde” diye üzerimize alındık. Devekuşu Kabare o günlerde “Astronot Niyazi” ile savdı sırayı. Aya inip dolaşmak ayrı da… Aya gitmek o günlerde bile “çok da zor” gelmiyordu esasında.

Ahmet Gülhan da o yarım asırlık oyunun girişinde (bile) meseleyi öyle özetlemişti: “Sayın seyircilerimiz bugünlerde (1969) günümüzün konusu aya gitmek. Aya gitmek oldukça basitleşti, eskisi gibi bir macera olmaktan çıktı. Yine de Aydedemize inmeyi ilgiyle izliyoruz.”

Cola Turka’dan “Ayın Fethi”ne

O bizim (de) Aydedemiz. O yüzden de üzerimize alınıyoruz. Çok mümkün, olabilir, oluyor. Neil Armstrong da aydan döndüğünde küstah fatih gibiydi biraz. Dünyaya ayak bastığı an ayağının ay tozuyla Coca Cola’yı dikti kafasına. Ona da alındık hâliyle. Yıllar sonra Cola Turka’yla, davul zurnayla yerli-milli fırtınamızı estirdik. De, akıbeti ne oldu bilmiyorum. 

Cola’nın (soyadı oluyor) anında sponsorluğuyla aynı yıl, 1969’da Türkiye’ye de kapaklanan “Ayın Fethi” filmi sinemalarda gösterildi. Filmin adı da tam bize, nabzımıza göreydi, kapalı gişe… Cola 1985’de ise uzaya ilk kez giden meşrubat unvanını elde etti. Bilfiil… Biz de 40 yıl sonra “aya giden ilk Türk” unvanını yazdırdık tarihe.

Ay-baba’dan Aydede’ye…

Karşımda böyle, anlaması, muhakemesi zor durumlar (anagramı zaten dumur) olunca öyle meselelere mitolojinin, efsanelerin aynasını tutmak bana hep eğlenceli gelir. Fikir de verir, kıymetli bilgiler de tabii. Derim ki “Acep insanoğlu henüz aydın, çağdaş, fikirbaz, “zihni sinir” filan olmadığı dönemlerde bu mevzuda ne yapmış, neler düşünmüş?”

Konuya dönersem… Evet, o bizim de Aydedemiz. Ona dair ilgimiz, merakımız, duygularımız, düşüncelerimiz, inanışlarımız, efsanelerimiz de dedelerimizden, atalarımızdan.  “Türklere Göre Uzay, İnsan, Ay ve Yıldızlar” diye tarihi bir derleme buldum hemen, baktım. Tam bana, yazıma göre bu fasılda.

“Ay”ın Altay Türklerinin “Türeyiş” efsanelerinde ağırlıklı bir yer var. Ama genellikle Aydede olarak değil “Ay-baba”olarak geçiyor. O günlerde efsane şimdiki zaman olduğundan belki. Sonradan, zamanla dede oluyor.

Ay bize küsmüştü eskiden

Efsaneye göre ay ile güneş bir aynadan (toli) başka bir şey değil. Ayın, hatta güneşin kendi kendine sahip olduğu bir gücü, kudreti yok. Tanrı’nın verdiği ışığı, sıcaklığı yansıtan bir maden parçası, bir ayna.

Gerisini, ayın şusunu busunu, hikâyesini, mitini sonradan biz uyduruyoruz. Şamanlar da elindeki aynaya bakıp fal açıyor, “Bir ay mı desem, bir yıl mı desem…” geleceği okuyor. Okuyor, okutuyor her devirde… İnsanlar da o aynaya bakıyor, hâllerini, divanlarını- divaneliklerini o aynada görüyor. Biz de her şeyi görüyor,seyrediyoruz ülkenin aynasında.

Avare-divane aklım finalde de gezdiriyor beni. Eski günlere, kolumdan tutup eski danslara, oyun havalarına, kulağımdan tutup efsane şarkılara sürüklüyor. O günlerde nasıl dardı ufkumuz, ay uzakta baklava tepsisi kadardı. Bir efsaneydi o şarkıdaki gibi: “Odam sensiz soğuk ve karanlık /Yıldızlar sanki sönmüş ay bize küsmüş /(…) Bir görmek için seni neler vermezdim /Bir efsaneydi efsaneydi senle beraber olmak…”

(¹) AYI VURMA FİKRİ 104 YILLIK

İnsanın aklı “bi uzay” uçup serbest stil dolanınca her yere konuyorsun. “Aya çarpmak, ayı vurmak” da beni ta çocukluk günlerime götürdü. Jules Verne’in kitaplarından birisine, Aya Yolculuk’a (“Seyahat”ti o zamanlar)”. Onu da keyifle okumuştum ama “Denizler Altında 20 Bin Fersah” kadar inandırıcı, gerçek gelmemişti bana.

Verne’in “Aya Yolculuk”unu özetlersem… İnsanoğlunun aya ayak basmasından tam 104 yıl önce yayınlanan bu romanın hikâyesi de “ayı vurma, aya mermi, gülle gönderme” fikriyle başlıyor. Amerikan İç Savaşı’ndan sonra emekli subaylar her fırsatta adı “Topçular Derneği” olan bir tür “silah, savaş kulübü”nde toplanıyor.

Topçular Derneği’nin buluşu

Canları sıkılıyor sivil hayattan. Anıyla şanıyla itibarları da azalmış tabii. Yeniden gündeme gelmek, bunun için de silah çalışmalarını canlı tutmak çabasındalar. Dernek Başkanı Barbicane bir gün üyeleri olağanüstü toplantıya çağırıyor. Çıkıyor kürsüye, başlıyor herkesin merakla, heyecana beklediği konuşmasına:

“Bizlere çok uzun gelen şu barış dönemi tüm üyelerimizi olumsuz yönde etkiledi. Her birimiz sudan çıkmış balığa döndük. Hepimiz bir savaş çıkmasını özler olduk (üyeler heyecanla bağırıyor: Evet, savaş, savaş istiyoruz).

Çok çalıştım, araştırdım. Hesapladım. Sonunda bir şeyler buldum arkadaşlar. Bana öyle geliyor ki bulduğum şeyi hiçbir ülke uygulayamaz. Bunu uygulama şan ve şerefi ülkemizin topçularının olacaktır. Tüm dünyada büyük yankılar yapacaktır.”

Ah be Barbi Can anlıyorum da seni…

Ardından hedeflerini açıklıyor Başkan Barbicane (çok hemşehri, yakın hissettim başkanı, ona Barbi Can diye seslenmek geliyor içimden). Aynen romandan aktarıyorum: “İlk hedefimiz aya gitmektir. Salonda öyle bir gürültü kopuyor ki sanırsınız başkan, ‘Şimdi aydan geldim. Oradaki emekli topçuların selamlarını getirdim’ demiş. İsterseniz buna, aya gidecek ilk araçta yer bulabilmek için bir didişme de diyebilirsiniz.”

Elbette o günün, o ülkenin topçularının tahayyülünde “aya gitmek” farklı biraz. Yapacakları topun güllesiyle ayı vuracaklar. Uzaya gülle gönderecek, aya mermi sıkacaklar. Romana yeniden bakınca yine hayretle verdim hakkını Verne’in, o kitabını da güncel duygularla daha bir sevdim. Ah be Barbi Can anlıyorum da seni, “Değişen ne anlamıyorum ki /Böyle sürekli /Değişen ne, değişmeyen ne…”

- Advertisment -