15 Temmuz 2016 darbe girişiminin yıldönümüne iki haftadan az bir süre kaldı. Son 57 yılda ikisi askeri, biri post modern, biri elektronik olmak üzere birçok darbe ve girişimini yaşamış olan Türkiye’de halkın kararlı direnişiyle başarısızlığa uğrayan bu girişim aradan geçen süre içinde dünyaya, uluslararası ilişkilere bakışımız başta olmak üzere birçok şeyi değiştirdi. Hem de sadece resmi politikalarımız bağlamında değil, sokaktaki adamın bakış açısından da. Oysa bugüne kadar halkların, özellikle “cahil” damgası vurulmuş gelişmekte olan ülke halklarının günlük sorunlarına öncelik verdiği, uluslararası ilişkiler ve ülkelerinin dış politikaları bir yana, darbelere bile ilgisiz kaldığı söylenegelirdi ki bu yaklaşım ülkelerin birçoğunda geçerliliğini hâlâ koruyor.
Bu açıdan değerlendirildiğinde, 15 Temmuz’un ortaya çıkardığı gerçeklerden biri halkımızın siyasi konularda yüksek bir bilinç düzeyine ulaşması. Darbeye direnişi halkın çoğunluğunun destek verdiği Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın meydanlara çağrısı tetikledi kuşkusuz ama bunu Batı medyasının izleyen günlerde “Erdoğan taraftarlarının” veya “İslamcıların” direnişi olarak aktardığı gibi bilinçsiz bir “lidere bağlılık” duygusuyla açıklamak hiç doğru değil. Siyasi görüşü ne olursa olsun, AK Partili olsun, olmasın, bu ülke halkının çoğunluğunun darbelere karşı olduğuna ve arkasında durduklarını gördüklerinde dost bildiği ülkelerle köprülerin atılmasına bile destek vereceğine inanıyorum.
Başta ABD olmak üzere bazı büyük Batı Avrupa ülkelerinin 15 Temmuz’un arkasında oldukları sır değil. Aradan geçen bir yıla yakın süre içinde savunduklarını söyleyegeldikleri demokrasiye karşı suç teşkil eden bu darbe girişimine karşı kararlı bir tutum takınmadıkları gibi, darbecilere ve sempatizanlarına kol kanat gerdikleri de açıkça görülüyor. 15 Temmuz’un değiştirdiği şeylerden biri, belki en önemlisi darbeye hükümetleri ve medyalarıyla verdikleri bu açık destek.
Batı medyasının bu köşeden örneklerini üç-dört yıldır aktarageldiğim Erdoğan üzerinden Türkiye karşıtlığı 15 Temmuz’la ortadan kalkmış değil. Oysa darbe Erdoğan’ı hedef aldığı için Batı medyasının demokratik dayanışma gereği bu kampanyasına son vermesi gerekirdi. Ama sanki darbe girişimi hiç olmamış gibi, Batı kamuoyu Erdoğan’ın “demokratik sapması” (dérive autoritaire) üzerine haber ve analizler okumaya devam ediyor. Bunun demokratik bir yaklaşımla yakından uzaktan ilgisi yok elbette.
Öyle sanıyorum ki Batı medyasının böylesine ilkesizce yalpalamasının nedeni 15 Temmuz’un başarıya ulaşmamış olması. 15 Temmuz darbe girişimi, 12 Eylül gibi gerçekleşseydi, Batılı dostlarımız bir yandan askeri darbeden duydukları kaygıları, öte yandan da demokrasinin kısa sürede yeniden tesis edileceği hususunda darbeci askerlere olan inançlarını dile getireceklerdi. Batı medyası ve özellikle demokrat geçinen saygın gazeteleri de darbeye karşı Erdoğan değil, darbe karşıtlığı üzerinden yazıp çizme fırsatını bulacak, bu yayınlar da haliyle Türkiye’deki demokratlar tarafından alkışlanacaktı.
Kabul etmek gerekir ki 15 Temmuz’un başarısız olması, Türkiye’deki demokratların Batı’nın sadece hükümetlerine değil medyasına karşı da konumlanmasına yol açtı. Bir önceki kuşak, “Sovyet tehdidine” karşı NATO ve ABD ile yapılmış gizli anlaşmalarla pekiştirilmiş Batı ile iş birliğini Türkiye için yaşamsal önemde görüyordu ama bizler Batı’ya bu kadar bağımlılığı çoktan sorgulamaya başlamıştık. Örneğin fakülteyi bitirme tezimi bu bağımlılığı dolaylı yoldan da olsa eleştirebilmek amacıyla 1973’de Şili’de Allende’ye karşı girişilen CİA darbesi üzerine yapmıştım. 70’li yıllarda ABD ve NATO eleştirilerinde dozu kaçırmanın en azından komünizm tehlikesini göremeyecek kadar kör olmak anlamı taşımasına karşın.
Birkaç yıl sonra Şili darbesinin bir benzeri “CIA’in çocukları” tarafından bu defa Türkiye’de gerçekleştiğinde ABD Dışişleri sözcüsü John Trattner Türkiye’ye askeri ve mali yardımların süreceği mesajını müjdelemişti. Batı cephesine göre, Sovyetler ’in Afganistan’a müdahale ettiği, İran’da Humeyni devriminin gerçekleştiği o dönemde ABD’nin topraklarından bölgeyi kontrol ettiği Türkiye’nin stratejik önemi artmıştı. ABD işbaşına kendisinin getirdiği askeri yönetime hoşgörülü davranılmasını komünizmle mücadele zorunluluğuyla gerekçelendirmişti. 15 Temmuz’da darbe gerçekleşseydi Türkiye’nin stratejik önemini vurgulayarak komünizm yerine bu defa “radikal İslam” tehdidiyle mücadeleyi gerekçe gösterecekti olasılıkla.
Washington’un komünizmle mücadelesinin faturasını Türkiye ağır ödedi. 12 Eylül rejiminin başta Diyarbakır’da olmak üzere cezaevlerinde uyguladığı işkenceleri, Evren’in deyimiyle bir Sağ’dan, bir Sol’dan infaz edilen idam cezalarını bir yana bırakırsak, demokrasi ve özgürlük alanındaki kazanımlarımızı yok eden anayasasını kabul edilebilir ölçüde demokratikleştirmek bile yıllarımıza mal oldu. Üzerinden 35 yıl geçti ama yeni bir sivil anayasaya hâlâ gereksinim duyuyoruz.
Şaşırtıcı kuşkusuz ama ABD’nin mimarı olduğu 12 Eylül darbesinin mottosu “Atatürkçülük” idi. Darbesinin arkasında ABD’nin bulunduğu acı gerçeğini kamufle etmek için mi bilinmez ağzından Atatürk’ü düşürmeyen Evren de ülkeyi Atatürk hava limanları, meydanları ve caddeleriyle donattı. Ama Atatürk’ün adını her yere vererek Türkiye’nin ulusal çıkarlarına ne kadar hizmet ettiği ayrıca tartışılır. Washington için önemli olan Latin Amerika örneklerinde gördüğümüz gibi içeride aşırı milliyetçi, dışarıda ise Amerikan çıkarlarını önceleyen bir yönetimdi ve 12 Eylül rejimi de bu şemaya tıpatıp uyuyordu elbette.
Washington’u anlamak için yapmamız gereken Türkiye’nin çıkarlarını ABD’ninkilerle özdeş görmekti belki de. ABD’ye ait olan her şeyi bizim gibi görmek gibi bir şey mi bilemiyorum. Ama bu bana Dışişleri’nde ilk dış görev yerim olan Mogadişu’da başımdan geçen bir şeyi hatırlatıyor. Somali’yi “bilimsel sosyalizm” ile yönetmekte olan dönemin diktatörü Siad Barre Ogaden savaşında Etiyopya’ya destek olan müttefiki SSCB ile 1977’de köprüleri atmış ve Batı bloğuna geçmişti. Söylendiğine göre Türkiye de bu nedenle ABD’nin ardından 1979’da Mogadişu’da büyükelçilik açmıştı.
12 Eylül darbesinden tam bir yıl sonra göreve başladığım Mogadişu’da bir gün limana bir Amerikan savaş gemisi gelmişti. Büyükelçimiz de NATO müttefiki bir ülkenin temsilcileri olarak gemiyi ziyaret etmemiz gerektiğini söylemişti. Gemiyi ziyaretimizde Büyükelçinin gemi kaptanıyla konuşurken hep “sizin” yerine “bizim” sıfatı kullanması dikkatimi çekmiş, örneğin “geminiz” yerine “gemimiz” “silahlarınız” yerine “silahlarımız” demesi tuhaf da gelmişti bana.
Bu konuya bir sonraki yazımda devam edeceğim.