Ülke tarihine baktığımızda 1980’lere kadar Olağanüstü Hal’e başvurmak yerine pek çok kez Sıkıyönetim ilan edildiğini görüyoruz. Sivil alanın askeri idaresi demek olan Sıkıyönetim, askeri savaş yöntemleriyle alınacak tedbirleri ve bu sayede, başgösteren bir kargaşa, saldırı ya da savaş durumları karşısında tam bir kontrol sağlamayı amaçlar.
Bu tür dönemlerin alameti farikası ise normal, sivil düzenin yasalarının askıya alınarak askeri –yani meşruluğun, haklara ve özgürlüklere değil mücadele edilen amacın gerçekleşip gerçekleşmemesine dayandırıldığı- bir hukukun devreye sokulur olmasıdır.
Sivil yönetim ve sivil hukuk düzeni karşı karşıya olunan tehditler karşısında başedememektedir çünkü ve bu nedenle de ‘son çare’ devreye sokulmakta, hukuk düzeni yerini askeri idareye bırakmaktadır. Adli olan idari olana dönüşmekte; yargı yetkileri yürütmeye ve önleyici uygulamalar da adli süreçlerin yerine geçmektedir.
Bu nedenle, İngilizce’de Martial Law olarak geçer; askeri hukuk dönemi manasında. Burada insan-hukuk ilişkisi genellikle tersine döner; hukuk insan için değil insan, hukuk içindir anlayışı öne geçer. Bireyler, siyasal özne olmaktan çıkarak edilgen nefere dönüşürler. Dolayısıyla bu dönemlerde insanın ve demokratik ilke ve değerlerin tam bir araçsallaşması ve ‘büyük amaç’ altında ezilip un ufak olması süreci yaşanır. Farklı düşünen, olaylara çok taraflı bakan ya da teraziyi hassas tutan insanlar çekilir ve ortalık, militanlaşmaya yatkın karakterlere kalır.
Olağanüstü Hal’de ise sivil yönetimler başetme kabiliyetlerini kaybetmemişlerdir. Sadece ilave bazı özel yetkilere ve yasal gerekliliklere ihtiyaç duymaktadırlar. Olağanüstü Hal, Sıkıyönetim’den faklı olarak bir ‘ne pahasına olursa olsun’ rejimi değildir. Güvenlik sorunlarıyla mücadeleyi, demokrasinin ve hukuk ilkelerinin yok edilmesi pahasına yapmama iradesinin varlığını ima eder.
Bu nedenle 80 darbesi sonrasında daha önceki Sıkıyönetim ilan etme sebeplerine kıyasla çok daha büyük ve yoğun, süreklilik arzeden bir terör tehdidine rağmen işin Olağanüstü Hal’le sınırlı tutulmaya çalışılmasını ülkenin militer zihniyetten uzaklaşma süreci olarak okunabilir. Sivillik, askerliğin zıttı olarak yok etmeye çalışma, en ağır hasarı verme, zor gücünü azami ölçüde kullanma gibi işleyişlerin tam tersini içerir ve demokrasi dediğimiz idare biçimi tam olarak bu değerler üzerinde hayat bulur.
Her an militer tarafa doğru kayma eğilimi gösteren Olağanüstü Hal dönemleri bu nedenle son derece hassas ve özel bir demokratik yönetim gerektirir. Çünkü bu dönemler kendi içinde gizliden gizliye ya da örtük bir biçimde Sıkıyönetim özellikleri de barındırırlar ve doğru yönetilmediği takdirde adı Olağanüstü Hal olsa da bir tür Sıkıyönetim rejimi olarak uzaklaşılan askeri zihniyeti çağırmış olurlar. Güç maksimizasyonuna ve bu gücün sürekli olarak her yere yayılmasına dayanan askeri zihniyet, bütün dünyayı bir tür savaş alanı gibi görmeye eğilimli olduğundan buna her zaman hazırdır.
‘Olağanüstü Hal’ kavram olarak Türkçe’de ilk kez ne zaman ve kim tarafından ortaya atılmış diye bakınca bir şey bulmak zor. Ama eğer bu bir çeviriyse ve ‘State of Emergency’ manasında ele alınıyorsa durumu tam olarak ifade etmediğini söyleyebiliriz.
‘State of Emergency’, bilindiği gibi Acil Durum demek. Olağanüstü Hal ise bir tür acil durum yönetimini ifade ediyor. Acil durumlar, her zaman olağanüstü olmayabilir. Yolda düşüp bayılan bir kişinin hali dünyanın her yerinde acil bir durum içermekte ama bir o kadar da hayatın olağan akışının içerisinde değerlendirilmektedir mesela.
Demokratik yönetimler acil durumlarla başetmede çoğu kez yavaş kalırlar çünkü demokrasiler, kararların hızlı alındığı yerler değildir. Ondansa sonucun en hızlı alındığı yerlerdir. Yeterli demokratik tartışmayı ve farklı görüşleri içinde barındırmaksızın alınan hızlı kararlarla sonuç almak son derece yavaş olabilir ve uzun bir zaman gerektirebilir ya da büsbütün mümkün olmayabilir. Diğer yandan demokrasiler, sadece ‘doğru’ kararlar almaya çalışmaz aynı zamanda bu kararların meşru ve makul, akla yatkın olmasına da çalışırlar.
Bu nedenle acil durum yönetimleri, karar alma süreçlerini hızlandırmak için vardır ama bu yapılırken meşru ve makullük olması gereklidir. Bu biraz suçlunun peşinden giderken her türlü trafik kuralını ihlal etme hakkı kazanan bir polis ekibinin durumuna benzer. Bunun altında, kuralları ihlal eden bir suçlunun kurallara bağlı kalınarak yakalanamayacağı düşüncesi yatar. Fakat bunu yaparken bir sürü aracın seyrini tehlikeli hale getiririrsiniz ama eğer ki insanlar buna yeterli desteği veriyorlarsa suçluyu yakaladığınızda kendinizi kolayca affettirebilirsiniz. Bunu yapmanın ‘en doğru’ yolu bu değildir belki ama meşru ve akla yatkın bir iştir. Kabul edilebilirliği ve tehlikelerine rağmen desteklenirliği de buradan gelmektedir. Ne olursa olsun bu yolun doğru olmadığını biliriz ama çaresizliğimiz, kendi meşruluğunu doğurmakta ve bizi rahatlatmaktadır.
Ya da şöyle de denebilir ki acil bir durumda ne kadar hızlı hareket ederse etsin ambulansın hızı trafikteki sürücülerin yolu açma istek ve hızlarına bağlıdır. Polisin ya da ambulansın kurallara uymayışı ‘geçici’ bir acil durum nedeniyle istisnai olarak neredeyse toplumun tamamının arkasında olduğu sınırlı bir durum içerir. Polisler genellikle bu gibi durumlardan devşirdikleri yetkileri normalleştirme ve buradan güç temerküzüne gitme eğilimi göserirler ki bu durumun en kötü sonucu büyük bir güven kaybına neden olmasıdır. Güven ise demokratik yönetimlerin olmazsa olmazıdır. Acil durumlarda kendiliğinden artar ama sonrasında yapılacak en ufak bir hata eski durumun altına inilmesine neden olan bir gerileme yaratır.
Acil durumlar, hükümetlerin hızlı ve ani kararlar almasını gerektiren, beklenmedik büyük tehditler ve krizler içerir. Bu esnada demokrasilerdeki uzun tartışmalara ve geniş katılımlı müzakerelere dayanması beklenen karar alma süreçleri tersine işler. Yani önce kararlar alınır ve bütün sorular ya da tartışmalar bir süre sonraya ertelenir.
Bu dönemlerde açığa çıkan soru ve sorunlar asla görmezden gelinmez, sümen altı edilemez ya da tartışma dışı tutulamaz. Sadece bir süre ertelenir çünkü ortada baygın halde biri yatmaktadır ve buna nasıl müdahale edileceğini tartışmaya zaman bulunmamaktadır. İlk bulunan doktor –ya da bazen ilk yardım bilen herhangi biri- ne biliyorsa onu uygular. Ama sonrasında mutlaka kapsamlı bir hastanede enine boyuna muayene edilir ve bu baygınlığı neden yaşadığı, ilk müdahalenin nasıl yapıldığı ve bundan sonra bunun tekrar etmemesi için neler yapılacağı detaylı olarak incelenir. Bu nedenledir ki Olağanüstü Hal dönemindeki kararları sonrasında tartışmaya kapatmak demokratik bir hükümet için yapılabilecek en büyük hatalardan biridir.
Olağanüstü Hal dönemleri esasen olağan dönemlerdeki doğru ve yanlışlarımızı anlamamız için önemli fırsatlar sunar. Sözünü ettiğimiz yer bir demokrasiyse bizi buraya hangi hataların getirdiğini net bir şekilde görmemizi sağlar. Ve bu dönemin iyi yönetilmesi, sanılanın aksine olağan zamanlardaki kritik ilkelerin zayıflamasına değil güçlenmesine zemin hazırlar. Daha açık bir ifadeyle, eğer Olağanüstü Hal, buna neden olan tehdidin ortadan kaldırılmasıyla sınırlı tutulur, olabildiğince kısa bir sürede sonlandırılmaya ve rejimin temellerinin bundan zarar görmemesine çalışılırsa örneğin, hukukun üstünlüğüne olan inanç azalmaz artar. Buna ne denli önem verildiği, kriz durumlarında bile bir an önce dönülmesi gereken bir gereklilik olduğu inancı pekişir. Demokratik hükümetlerin ellerine geçirdikleri yetkileri kullanma konusunda ne denli özenli ve hassas oldukları gösterilmiş olur. Bu olursa, böyle zamanlarda bile bağlı kalınmaya çalışılan hukuk ve demokratik ilkeleri koruyup kollamak için normal zamanlarda ayrıca bir çaba göstermek bile gerekmeyebilir.
Aksi, yani bu dönemin gerektirdiği hassasiyetler güvenlik gerekçesiyle bir tarafa bırakılır, bu dönemde alınan kararlar ‘sonradan’ yapılacak tartışmaya ve denetime kapatılırsa sonuçta tehditler ortadan kaldırılsa bile demokratik işleyiş üzerinde kalıcı hasarlar oluşması kaçınılmaz olur.
Olağanüstü Hal dönemleri işleyişin tersine dönmesi yani arabayı atın önüne koşmak gibidir. Bu sayede atı bütünüyle kontrol altına alabilir, yoldan çıkıp kendi başına hareket etmesini engelleyebilirsiniz ama aynı zamanda gücünü önemli ölçüde kırmış, kısa sürede yorgun düşmesine sebep olmuş da olursunuz. Dahası, araba geri geri gitmektedir ve kontrol altına aldığınız güç ileri doğru giderken toplum geriye doğru gitmektedir. Başı dönmekte, midesi bulanmakta ve kendisini nelerin beklediğini görememenin verdiği bir endişeli korkuyla normale dönmeyi beklemektedir.
Tıpkı bunun gibi Olağanüstü Hal yönetimleri demokrasilerin işleyişini tersine çeviren dönemlerdir. Normal zamanlarda açıklık ve şeffalık ne denli önemliyse bu tür dönemlerde kapalılık ve gizlilik önemli hale gelir. Ancak nihai bir çözüm olarak başvurulması gereken zor kullanımı olağan bir iş yapma biçimine dönüşür. Ulusal güvenlik tehditlerine yönelik olan istihbarat araçları siyasal bir destekleyici vazifesi görür. ‘Güvenlik gerekçesi’ başkaca bir açıklamaya gerek bırakmayacak şekilde her şeyi kendiliğinden meşrulaştıran gizemli bir dayanak gibi görülür oysa Olağanüstü Hal’in açıklama yapma zorunluluğu duymayan yönetim anlayışını arkasına alan bu durum giderek halkın kurumlara ve siyasal organlara duyguduğu güvensizliğe dönüşür.
Olağanüstü Hal dönemleri, halkın geniş kesimlerinin –genellikle çoğunluğa sahip hükümetlerin aldıkları oy oranlarının en az yarısı kadar ilave bir kesimin- desteklediği büyük bir demokratik meşruluk içerir. Bu geniş desteğin nabzının çok iyi tutulması ve buradan bireysel hak ve özgürlükleri ya da azınlık görüşleri ezen bir ‘çoğunlukçu’ anlayış çıkarılmaması da yine son derece kritiktir. Çünkü bireysel hak ve özgürlükler demokratik sistemin kurucu temellerindendir ve ‘geçici’ olarak verilen demokratik desteğin kalıcı temellere zarar vermesi halinde geçici baygınlık hali, artık hep ilaçlara bağımlı yaşanması gereken kalıcı bir hastalığa dönüşme ihtimali barındırır.
Olağanüstü Halin bir diğer son derece önemli yanı da karşı karşıya olunan tehditin boyutlarına dair yapılan değerlendirmelerdir. Burada, ‘güvenlikçi’ bakış açısına sahip olanlar, bu riski olabilecek en büyük haliyle algılamaya, haklar ve özgürlüklerden yana bakanlar ise tam tersine olabilecek en küçük haliyle algılama eğilimi gösterirler. Hükümetler genellikle birincisine, sivil toplum ise ikincisine uyar. Bir diğer nokta olarak güvenlikçi anlayış bu riski geçici ve mevcut dönemle ilişkili olmanın ötesinde kalıcı ve gelecek boyu sürecek bir şey olarak görürken diğer kesim geçici ve anlık olarak görme eğilimindedir. Gerçek ise çoğu kez olduğu gibi hiç bir tarafta değildir. Bu tür dönemlerde olan biten hiçbir zaman olduğu gibi anlatılmaz, her iki taraf da nasıl görülüp düşünülmesi gerektiğini içeren bir hazır bir paket halinde bunu sunar.
Dolayısıyla, karşı karşıya olunan tehdidin ve riskin doğru analizi hayati bir önem taşır. Bunun içinse her iki uçtaki bakış açısından insanların ortak bir zeminde tartışmalarına ve çekişmeli bir siyasal ortamın tesis edilmesine ve bunun alınacak kararlara etki etmesine ihtiyaç vardır. Ne var ki güvenlikçi anlayış, hükümetleri ‘devletleştirir’ ve bu gerçekleştiği ölçüde de sivil toplumdan uzaklaşmış olunur.
Sonrasında genellikle sivil toplumun öteki ucunda konumlanmış olan devlet kendi işleyişini hükümetlere dayatır ve o andan itibaren sivil toplumun öneri ve görüşleri var olan tehdit ve riskleri arttırıcı bir neden olarak görülür. Tehdidin olduğundan büyük ya da küçük algılanması Lunapark aynaları karşısında yaşanan şaşkınlıkta olduğu gibi hayret verici ve şaşırtıcıdır ama normal halimizi buna göre algıladığımızda gerçeklik algısında kalıcı bir hasara yol açarak Olağanüstü Hal içinde gizlenmiş bir Sıkıyönetim’e gitmemize neden olur.
Şunu unutmamak gerekir ki güvenlik bürokrasisi, Olağanüstü Hal dönemlerinde kendini bulur, sivil alanın aleyhine bir şekilde hiç olmadığı kadar güçlü hisseder. Tam olarak içinde olamadığı toplumun büsbütün dışına çıkarak demokratik baskı ve gözetimden kurtulmanın, kendini anlatmak zorunluluğundan sıyrılmanın rahatlığını yaşar. Ahlaki sinizm, yegane ideoloji haline gelir.
Bu dönemlerde, işlerin kapalı kapılar ardında dönmesi pek çok şeyi kapatır ve yetersizliklerin üstünü örterek yalancı bir özgüven etkisi yaratır. Sivil toplum zayıflamış, insanlar ‘güvenlik gerekçesi’yle kontrol altına alınmışlardır. Siyaset giderek güvenlik alanı içerisine alınmış ve sonucu baştan tayin edilemeyen siyasi faaliyetler bir güvenlik sorunu haline getirilmiştir. Ne var ki garip bir tezat olarak bu tür dönemlerde gizlilik ve kapalılık ne denli artarsa normal zamanlarda üstünü örtüp gizlediğimiz hastalıklarımız o oranda kendini ele verir, acil müdahale edilmesi gereken bir maraz olarak beliriverir.
Bu manzara, sivil iktidarların giderek militerleştiğini, demokratik yönetimin bir tür ‘güvenlik devletine’ evrilmesi riski olduğunu göstermektedir. Tam da kurtulduğumuzu düşündüğümüz demokratik siyaset üzerindeki vesayetin bu kez daha kalıcı bir biçimde inceden inceye demokratik sistemin içine işlemesi tehlikesini görmek gerekir. Olağanüstü dönemlerdeki halimiz olağan zamanlardaki günahlarımızın çatlak bulup günyüzüne çıkmasıdır. Görmezden geldiğimiz hastalıklarımızla yolda düşüp bayılarak karşılaşmaktır.
Gerekli acil müdahalenin ardından ince tetkikler için bir an önce olağan bir işleyişe dönülmemesi pratisyen hekimlerin cerrahi müdahaleler yapmasına zemin hazırlayabilir ve sonuç, kalıcı hasarlar demek olabilir.