Türkiye’de, toplumun referans olmaktan çıktığı, siyasetin içi boşalarak hükümran hale geldiği, toplumun siyaset içine hapsolduğu dönemler sık yaşanır.
Siyasi kültürümüzden kaynaklanır esasında bu hal.
Şöyle de diyebiliriz: Bu topraklara bunu kolaylaştıran faydacı, ataerkil, değişmez bir toplum algısına sahip bir siyasi kültür hakimdir.
Bunun sonuçları da bildiktir.
Eksik demokrasi ve eksik modernleşme uygulamaları, bu topraklarda doğal hal buymuşçasına bu nedenle, sağ, sol, modern, geleneksel tüm dokularda, şu veya bu anda, şu veya bu şekilde, şu veya bu istina dışında benzer etkiler yapar.
Dış ve iç değişim dalgaları, hemen her defasında donuk siyasi, ekonomik, toplumsal yapılar üzerinde ağır travmatik etkiler yaratır.
Özelliklerimizden birisidir: Bu travmalar çerçevesinde Türk toplumsal yapısı kendisini bütünleşerek değil, yırtılarak üretmiştir. Her travma, her yırtılma, devlete endeksli, onun kontroluna yönelik çatışmacı siyaset algısını biraz daha beslemiş, toplumu biraz daha geri itmiştir.
Modernist gözlükle bakıldığında son yılların öyküsü, AK Parti’nin dindarı, değişimi, çevreyi temsil eden kimliğiyle iktidar olmasından ve bunun yarattığı bozulmadan ve travmadan ibarettir. Seçim kampanyasına bile bakınca, bugün bu travmanın, özellikle kentli, seküler, üst kesimleri nasıl etkilediğini de görmek mümkün.
Bu etki, “içi boş ve aktörsüz siyaset söylemi” üzerine kuruludur.
“İçi boş ve aktörsüz siyaset söylemi”nin altını çizmek gerek..
Dün hakim güçler tarafından muhatap alınmayanlar, toplumun görülmesini isteyenler ve bunun siyasi mücadelesini geliştirenler, bugün kendileri toplumu muhatap almıyor, bunun siyasi savunusunu geliştiriyor, toplumu bir kimlik, bir siyasi eğilim olarak tanımlıyorlar.
Dünün hakim güçleri olan, bugün ise kendisini demokrat, modern tabirleriyle tanımlayan kesimlere bakalım. Belki muhafazakar olanla çatışıyorlar, onun kimi konularda, aktörsüz siyasete mahkumiyet, toplumu ve talepleri ret konusunda onunla mükemmel bir zihniyet birlikteliği yaşıyorlar.
Bu kimi konuların içinde Kürt meselesi önde gelir.
Bu meseleye hakim bakış, muhatapsız, insansız, talepsiz siyasete dayalıdır.
Bu da Kürt’süz bir Kürt sorunu algısına işaret eder.
Kürt meselesi sadece bir örnek.
Endişe kültürü ile ataerkil kültürün birlikte beslediği, bu “toplumsuz ve siyasetsiz yenilenme, siyaset, sorun çözme mitosu”, ne yazık ki, ülkeye egemen zihniyetin hâlâ özünü oluşturuyor.
İktidar bunu yapıyor, muhalefet bunu vadediyor.
Ve bu öz her geçen gün pekişiyor.
Yırtılarak kendisini biteviye yeniden üretmektedir.
Bu yırtılma iki yönlü oluyor.
Bir yandan her bir aktörün zihniyetine ilişkin yaşanıyor, öte yandan toplumsal ke- simlerin iç ortak algısına ilişkin olarak karşımıza çıkıyor.
İlk yırtılma, kişinin kendisini, “olan”ın dışına itip “bir bilinmeyen”in itici olduğu kuvvet teorilerine yaslanmasından, bunun toplumsal, kültürel, insani duyarlılıkları, talepleri, bunların belirleyiciliğini yok saymasından ileri gelir.
Nitekim ikinci yırtılma, “çoğulcu bir yerelleşme ya da siyaset” yerine “çoğunlukçu bir yerel fikir ya da siyaset”in yeniden doğmasıyla, çok parçalı toplum yerine tek parçalı millet kavramının sağda ve solda ideolojik bohçalardan tekrar çıkarılmasıyla ilgilidir.
Bu ikinci yırtılma “güç teorileri”ne dayanan sembolik bir milliyetçilik üretiyor.
Ve tüm bunlar, bu savunan kişi, kesim ve dinamikler tersini söylese de, siyasetten yola çıksa da, siyasetin değişme adına sterilleştirilmesine ve devletleştirilmesine destek sağlıyor…