İnsanın yaşadığı dönem dağarcığındaki kimi kelimeleri bazen dar, bazen geniş algılamasını etkiliyor. O da değişiyor, güncelleniyor tabii. Birçok kelime, kavram, hatta terkisine attığı deyimler eğrisi-doğrusuyla öyle. Popüler deyimiyle, bazısı bize geçiyor, bazısı geçmiyor.
Ötekileştirme, etnisizm, taciz, mobbing, şiddet türleri, homofobi yarım asır önce gündelik hayatta adı konmamış sendromlar. Dilin dolaşımdaki anlamına ilişmiyor ya da o fiile, gruba dair tek kelimenin kaba (ve daraltılabilir) başlığında gürültüye gidiyor.
Anlam kaydırmasının yanında anlam kayırması, normalleştirmesi de var, bilginin, tecrübenin, ayarın “evcil”, “anam babam” hâlleri de… Ezber bozulmuyor kolay kolay. Ki o deyim de yok o günlerde.
Ailecek linç partisi
Mesela kelime hazneme girdiğinde “linç” de öyle. Adlı adınca, o günkü “dar”, sözlük anlamıyla -doğrudan- var çocukluğumda: “Suçlu ilan ettiği kişiyi yargılamadan taş, sopa vb. şeylerle -topluca- döverek öldürmek.” Hafızama miras kalmış, eklenmiş “görsel”leri de öyle. Öyle demesi insanlık için korkunç ama “Bildik linç işte!”…
Kelimenin kökeninde de Virginia’da aynı dönemde yaşamış ve kendi kanunlarını uygulayan iki farklı hâkimin (Charles ve John Lynch) adı geçiyor. Lynch Kanunları özellikle “zencilerle uğraşmak için” oluşturulmuş. “Şahsa özel” mevzuata biz de aşinayız.
Kolluğu da -maskeli üniformasını çıkarınca- eşraftan, halktan Ku Klux Klan (KKK) sürülerine, cüppesinin eteğindeki “güruh”a emanet ediliyor. Ritüeli, kostümü, yanan haçla dekoru, sahnesi, hatta pikniği, “linç partileri” bile var. Yazımın fotoğrafında “ailecek” mesela. 7’den 70’e linç kültürü… İkinci karede kimi kendini, kızını-oğlunu o kültürle süsleyip partiye, pikniğe gelmiş, kimi takmış madalyalarını öyle icabet etmiş.
Bir marka, bir manşet
Çocukluğuma ve az ilerisine gidince linçin edebiyattaki, sinemadaki iki örneği hâlâ hafızamda. İlki Halide Edib Adıvar’ın “Vurun Kahpe”ye romanı. Bir tür marka… 1923 sonunda Akşam Gazetesi’nde tefrika edilmiş, üç yıl sonra da basılmış. Romandan öte atılan bir manşet.
“Düşmanla işbirliği” içinde olan “eski”ye karşı “yeni”nin, yani düşman tarafların resmi ideolojinin stereotipleri üzerinden hesaplaşması. Hasan Ali Yücel’in tanımlamasıyla “inkılâpçı eser”. Yönetmen Lütfi Ömer Akad 1949’da romanı sinemaya uyarlıyor. Gişesiyle yönetmenin önünü açsa da kısa sürede üç kez sansüre uğruyor.
Keyifli “sahne eseri”!
Ancak 6-7 Eylül 1955’de “gayrimüslimler”e, Rumlara, Ermenilere, Yahudilere yönelik linç, pogrom, yağma, kıyım, tecavüz, şiddet, dayak, işkence (yani her şey) çocukluk hafızamda pek öyle değil. Üstelik daha taze sayılır. En az 11 kişi öldürülmüş, 5 binden fazla ev, işyeri, ibadethane yakılmış, yıkılmış, mezarlar parçalanmış, hatta kazılmış.
O iki günde insanın insana ettiğini, “örnek olayları” aktarmak bile müşkül. O korkunç işkencelerin bazıları da senaryolu, katılanlar için keyifli “sahne eseri”! Bir papazı -oracıkta- sünnet etmek! Ama KKK kukuletaları da yok, gamalı haçları da… Bayrak yetiyor her zamanki gibi. Oldukları gibi gelmişler. O güruhun içinde linçe, yağmaya uğrayanların komşuları, meslektaşları, “ahbap”ları da var.
6-7 Eylül ve toplumsal hafıza
Hafızamızda yeri neydi, ne kadardı hatırlamıyorum. Üstünden buharlı ütü gibi bi güzel “Eskiden yoktu böyle şeyler, Rumlar, Ermeniler, Kürtler -filan- hep komşumuzdu!” geçmiş. Toplumsal hafıza deyip geçmek bile yetersiz belki. Âlâsı toplumsal hafızanın… Çünkü farklı diyebileceğimiz, öyle gördüğümüz “toplum kesitleri” de orada buluşuyor yeri-zamanı-lüzumu gelince.
“Ermeni soykırımı/katliamı” da öyle elbette… Soykırım kelimesi haznemizde öyle bir mânâya, örnek cümleye sahip değil zinhar. “Nazi Almanyası”yla, hemen hepsi o konudaki savaş filmleriyle fazlasıyla dolmuş/doldurulmuş. Farzımuhal bizdeki kadarını herkes birbirine yapmış! Linçi linçten, katliamı katliamdan, soykırımı soykırımdan saymaya geleneksel abaküs müsait değil.
“Türkler misafirperverdir” de…
Bizde olmaz öyle şeyler! Türkler kültürü, geni-geleneği, diniyle misafirperverdir. De… “perver”in “terbiye etmek, yetiştirmek” anlamına geldiğinden haberimiz olmayabilir. Turistlere Türkçe öğretmek öyle bir heves belki… İnsanları bize benzetince, bize benzeyince, “bizim dilimiz”den konuşunca seviyoruz herhal. 6-7 Eylül’ün hemen sonrasında başlamıştı değil mi “Türkçe konuş vatandaş!” kampanyası…
Bi de “Misafir üç gün misafirdir” ve umduğunu değil bulduğunu yer şüphesiz. Komşuluk araştırmalarında her türden “ötekiler”e dair “İstemezük” yüzdelerimiz darmadağın eder böyle şirin hasletlerimizi. Onu da istemeyiz, bunu da, şunu da yakınımızda. Artık komşulukta görüşme, iletişim zaten pek yok da, “görmek” bile istemeyiz.
Toplumsal hafızada onlara, “her türden ötekiler”e ayrılan yer de her anlamda şüpheli. Alan olarak da, tarihten alınan “ders”in ne olduğu da tedirgin edici, hâlâ derinlerdeki niyetler, hatta hevesler de kuşku sebebi. 6-7 Eylül’le ilgili birkaç film filan da çok sonraya kalmış. “Güz Sancısı”nın zamanı anca yarım asır sonra… Dizi dizi “Diriliş”lerin yanında ecnebi Walking Dead.
Devletin emanetinde linç
Hafızımdaki ikinci çarpıcı hikâye ömrünün 11 yılı mahpusta geçen Kerim Korcan’ın yarım asır önceki “Linç” romanı. Onu sinemaya uyarlayan yönetmen Bilge Olgaç’ın 1970 yapımı filmi de vurucu… Renkli film furyasında siyah beyaz. Hafızamda daha çok yer etmiş.
İçerde, doğrudan devletin emanetinde geçiyor zira. Hapishanede bile organize “linç”le noktalanan bir “düzen”in, korkunç, insanlık dışı da olsa öyle bir “insanlık hâli”nin bugüne daha doğrudan tercümesi belki. Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar, 2000’de cezaevlerinde yapılan “Hayata Dönüş Operasyonu” tarih olamayacak kadar taze.
Kurumsal düzenin mahkûmları
Korcan’ın romanı cezaevinde “hâkim” olan linç mekanizmasını, yönetmeliğini ve onun -aslında sıradan, gariban- kullarını, o “kurumsal düzeni” anlatıyor. Linçin ayaktakımı, “güruh”u da “mahkûm”.
Kader mahkûmu da diyorlar, “sosyolojik” olarak… Bir anda karartılabilen kaderlerin linçe de gidebildiği o süreç, İdare’nin himayesinde, desteğinde. Giderek düzene mahkûm olmanın, onun avlusunda, o istikamette, linç menzilinde kafasız tavuk gibi koşturmanın kapalı cezaevi gerektirmediğini öğreniyoruz. “Kurum” da, linçin arenası da ondan ibaret değil.
Her göreve teşne güruh
Romandaki düzen, otoritenin işleyişi, çıkar ilişkileri, “muhabbet”, safahat bugünlere çok da yabancı sayılmaz. Romanın kahramanı Kadir Güler, nâm-ı diğer Arap Kadir arkadaşının kız kaçırmasına yardımcı olurken adam vurmuş, “öldürmeye kasıtla yaralamak”tan düşmüş içeri. Henüz 20 yaşında bile değil ama erken başlamış gençliği. Çocuk yaşında kahvelerde, meyhanelerde… Öyle bir “delikanlı”; bugün de görünce tanırız.
Kodese atıldığında “her hangi bir mahkûm”. Bin kişi arasında ilk başlarda göze bile çarpmıyor. Evden gelen para kesilince “Günde bir adet nan-ü aziz”e yani kuru tayına kalıyor. Aç… Oysa “mahkûm yalnız doymak için değil gevelemek için de bir şey ister”. Ayda bir portakal mesela, sulu sulu… Kadir de mahpushanenin düzeninde her angaryaya, göreve teşne yoksul, “arkasız” mahkûmların arasına, o “güruh”a karışıyor önce.
Mahkûmdan dinleme vergisi
Mahpushane “ağalık, beylik düzeni”yle yürüyor. İdare’yi de ana dişlisi yapan haraç, rant, kumar, baskı çarkı berdevam. Hükümlü Feti Bey çok güçlü, “hatırlı”, epey parası da var İdare’de. Bugünlerden örnek vermeyeyim. “Keyfi istediği zaman Sahibinin Sesi gramofon çalarak mahkûmdan dinleme vergisi” bile topluyor.
Kadir hayran ona… Feti Bey bunu seziyor hemen. Öyledir antenleri içeride-dışarıda o familyanın. Huzuruna çağırıyor, koyuyor sigara paketini ortaya: “Seni severim Arap, yüze piyaz anlama bu lafımı.” İlk görevini veriyor, “cilet”le façasını bozacak birisinin: “Bu senin ilk işindir, dövüşür sövüşür açılırsın…”
Mevzu gözünü-gönlünü, midesini doyurmaya, “medar-ı maişet”ine gelince tutamıyor kendini Arap. Gariban tavuğun hayali bir yumurta: “Pide sıcak olsun abii, bir de çay gönder. Şöyle ceviz kadar tereyağı da koydur içine. Günde bir paket de sigara…” Ertesi gün yapıyor işini… Görev tamam, nevâle tamam. İşi öğrendikçe, geliştirdikçe efe efe atıyor artık voltasını.
Nush, tekdir, kötek, linç
Gün geliyor Feti Bey naklediliyor, müdür değişiyor. Hem içerde, hem İdare’de iyice göze batıyor Arap Kadir. Geleneklerimize uygun olarak “nush ile uslanmayanı…” süreci hızla “tekdir”e, “kötek”e , nihayetinde finale ilerliyor: Linç zamanı… Önce bir saldırıp yaralıyorlar. Yaralarına bakılmıyor elbette Arap’ın. Kısa süre sonra toplu planlamayla İdare yanlısı mahkûmların arasına bırakılıyor.
Üzerine saldıran güruhtan kaçmak için mahpusta çok yardımını gören Kunduracı Konyalı Tahir Usta’nın atölyesine sığınmaya çalışıyor, kanlar içinde: “Tahir Abi beni vuruyorlar!” Elinde falçatayla doğruluyor Tahir Usta, ilk darbeyi o saplıyor göğsüne.
“Sen de mi Brütüs” kalıbı
Neredeyse tüm linç öykülerinde, romanlarında, filmlerinde var bir “Sen de mi Brütüs?” hadisesi, sahnesi. Zira linçe, o sürüye kapılıp peşinden gidenlerin, darbeyi vuranların, alkış tutanların yahut sessiz sedasız seyredenlerin arasında/yanında “dost”ların, en azından “tanıdık”ların, hemşerilerin de var çoğu kez.
Sivas Katliamı’nda huşûyla alkış tutan, yangına stadyum ıslığını üfleyen o güruh memleketlin. Onu bir şekilde seyredenlerin, müdahale etmekte gecikenlerin arasında senin askerin, polisin, yetkilin, hükümetin de var. Olayların hemen ardından “Çok şükür, otel dışındaki halkımız zarar görmemiştir” diyen Başbakanın var. Kahramanmaraş’ta kapı komşuların… Kapına kırmızı çarpı işaretini koyanlar arasında da, evini basanlar arasında da onlar.
“Girişim” ortaklık gerektiriyor
Sadece halk değil “Müdürüm”, “Âmirim”, “Komserim”, “Komutanım”, nutkunu, hamasetini nefretin, linçin meşkiyle konuşturan “Vekilim”, dersini ya da vaazını veren “Hocam”, tellallık yapan eşrafın, esnafın da var çoğu örnekte. Kimi seyirci, suskun, kimi öncülerle eş rolde, geveze… Pâyesini, rütbesini, makamını, şânını özgeçmişindeki katliamlarla alanlar da var.
“Girişim” ortaklık gerektiriyor. Doğum gününde, 18 Mart’ta anılan Ali İhsan Korkmaz’ı “Gezi”de sığındığı sokakta linç edenler arasında polis, fırıncı, mahalle esnafı… Cop, “budaklı odun”, sopa, beyzbol sopası, yumruk, tekme… Hastanede 38 gün komada kalıyor, ölüyor 19 yaşında. Ölümle sonuçlanırsa münferit bir olay, “linçini yiyen” kaçıp kurtuluyorsa lafı edilmez.
“Kim vurduya gitme” hukuku
Bugün “toplumsal linç”in araçları da, arenası, hatta “alt kültür”ü, “güruh”u da daha farklı. Sözlük anlamı geniş… Mecazen de olsa linç her yanda. Harcıâlem hâlleri moda da olsa… İlle ölümle noktalanmasa da ölümcül, taşla, sopayla olmasa da infazıyla linç bazen.
Münferit de eskidi, “yeni”yi açıklamaya kifayet etmiyor. Bazı örneklerinde “Bu linç, o linç değil” diye küçümseyemiyorsun. “Yahu kanunlar, adalet, güvenlik var! Olur mu artık hiç…” demen de imkânsız. Görüyoruz “girişim”lerini…
Seçimde, mitingde, futbol sahasında, açtığın sergide, hatta yargıda öyle “sürpriz”lere hep açıksın. “Kim vurduya gitmek” bile kurumsal, hukuksal bir deyim bazen. Seni mahkûm ettiren “gizli” tanıklar arasında hayaletler dolaşıyor. Oraların da “hâkim”i var.
Mahpushâne ve “toplumsal linç” de Korcan’ın romanı, Olgaç’ın filmiyle yan yana gelmiyor sadece. Taşla, sopayla, bıçakla olması şart değil. İtibarını, hayatını, ömrünü, soyunu sopunu linç edersin tıktığın/attığın, sürdüğün yerde. Ne linç derler, ne yargısız infaz. Diyeni de alırlar bazen sıraya…
Ama gerekirse o da olabilir bir organıyla, aparatıyla; her türlü ayrımcılık şiddetle içli-dışlı nasıl olsa. Hrant Dink’in öldürülmesi linç kültüründen azade midir? Böyle bir metafor vicdana hafif, eğreti mi gelir?
Linç kültürünün yumruğu…
Barbarlığın resmi, vesikalığı da artık “Conan the Barbarian” değil. “Geleneksel infial günleri”nde, anmalarında “insan”ın yüzü rahatça o hâle, şekilden şekille girebiliyor. Yüzüyle, mimiğiyle, çattığı kaşı, kıstığı gözüyle, diliyle anında “barbar”a benziyor yine.
Aslına dönüyor sanki bazısı. Gözleri çakmak çakmak, Cilalı Taş Devri. Ekranlarda, TV programlarında da rol alıyor. Sahneye çıktığında makyaj, kostüm filan da gereksiz “barbar”a. Olduğu gibi geliyor çoğu.
Adıvar’ın linçe uğrayan mazlum-mağdur prototipinin güncellenmiş bazı örnekleri de masumiyetin portresi değil. Mecazen de olsa öyle bir “güruh”u bugün değişen linçlerin “milli(ci), ulusal(cı) kahramanları” arasında da görüyoruz. Öyle bir hevesi…
Linç girişimi sayılmasa da o kültürle atılan bir yumruğun kurduğu cümle, fiil çekimi belli. O da alkışlanıyor. “Ayıp yahu” demeye bile dili varmıyor bazı toplumsal figürlerin. Susuyor…
Linçe linç demenin ağırlığı
Lâkin bu meselenin önemli bir yönü daha var. Linç kelimesinin “her yerde, her vesileyle” gündeme getirilmesi… Tanıl Bora “Türkiye’nin Linç Rejimi” kitabında buna da dikkat çekiyor:
“Linç konusunda sanki çok büyük bir duyarlılığın olduğu zehabına kapılmamıza yol açabilecek bir şekilde, her yerde her vesileyle linçten söz ediliyor. Velhasıl, herkes linçten muzdariptir – buna karşılık taşlı sopalı, darplı bir linç vakası olduğunda bunu ‘linç’ olarak kamuoyu gündemine getirmek hiç kolay değildir!
Bir mankenin hafif tombul olduğunu ima etmek bile ‘bu linçtir’ tepkisiyle karşılanabilmekte, ama örneğin yazının başında aktardığım olay (Gezi olayları) veya Tophane’de bir sanat galerisini basarak sergi açılışındaki topluluğa saldıran güruhun eylemini ‘linç’ olarak tanımlamaktan, birçok ‘kanaat önderleri’ dahi kaçınmaktadır. Linç sözcüğünün olur olmaz kullanımının, ‘gerçek’ linçle ilgili duyarlılığı düşürücü etkisini de fark etmek zorundayız.”
“Linç yeme” cereyanı
Linçten her vesileyle söz etmek sosyal medyada “linç yemek” gibi deyimler bile üretiyor. Artık yenilip içilen bir şey mi demeli… Ki kutlayanı da çok “sosyal” ortamında. Sağdan, soldan, uçtan göbekten, en tepeden çukurdan linç kültürüyle neredeyse her masada “muhabbet”i var.
Hemen her “akım”la temâsta. Her anlamıyla “linç” bir tür cereyan, bir girdap. Kapılan gidiyor… Onun için güruh, sürü, memleketin “Karadereler”inin sürüklediği değersiz çer-çöp deniyor.
Sözlükteki “güruh-u cühela” da uyuyor bazen hikâyesine, “güruh-u mektepli” de… “Güruh-u eşkıyası” da oluyor derin kadrolu, sığda güruh güruh dolaşanı da. Kenetlendiğinde hepsi dişe diş. Hepsi azıya azı, çiğniyor kurbanını, hedefini. İnsanı paramparça etmek için de ille taş, sopa, delici-kesici filan gerekmiyor.
Sabrın sınırındaki kültür temsilcileri
Memleketin büyük resmindeki tüm “tip”ler berdevam. Kültür temsilcileri… Tekel olma hevesinde bazısı. Türüyle, derecesiyle bir tür linç hakkının, meşruiyetinin peşinde. Kumpanyayı da aşan, pek de gerektirmeyen sıradan kampanyalar…
“Buramıza kadar geldi”nin, test edilmeye alıngan, öfkeli “sabrın sınırı”nın siyasi, her türden iktidari mânâsı öyle hasletlerin hem itirafı, hem aklanması yeri-zamanı geldiğinde. Davullu zurnalı çağrısı da zaman zaman. Tehdit enstrümanlarıyla çalınıyor oyun havası. Bandosunda kaval, kopuz, ney, “bağlama”, “kanun” da var, synthesizer da… Musikisi, nakaratı hep Tehditkâr Makam’dan.
Hele ki ayar yapılmış hâliyle “linç girişimi”. Linç sayılmaz ki azizim! Gerekçesi her şey olabilir. Gerektiğinde her şey; her türden “gerginlik”e, her musibete vize veren, çatlamaya-patlamaya millisi, dinisiyle hep hazır sözde “infial”. Sözde “beka”nın, demirbaş “milli tehdit”lerin, o olağan olağanüstü hallerin yanına ne güzel yakışıyor. Mecaz-ı mürselle, ad aktarmayla da göz-gönül alıcı. Sembol mü dersin, tuğra mı, her keseye uygun rozet mi…
Sabır taşınca uzayan liste
Etnik özellikleri, dinsel, siyasal, cinsel tercihleri, kılık kıyafeti, uğradığı gösteri, konuştuğu dil nedeniyle irili ufaklı “grup”ların saldırısına uğrayanlar “linç girişimleri” listelerinde buluşuyor. Linç de var da resmen adı koyulmuyor.
Tanıl Bora’nın kitabındaki liste sayfalarca… Saldırıların listesi “Kürt işçiler”den, “eşcinseller”den, “trans birey”lerden geçilmiyor. Shot bardağını taşıran “Solcu”lar da orada tabii. İlk kez 2016’da basılmış. Liste “eski” sayılır… O hassas sınırı test edersen, o alıngan sabrı taşırırsan liste uzuyor. Ona göre…
Linç güruhtan, güruh linçten
“Gezi” Linçleri ayrı bölüm. Giriş-gelişme-sonuç… Dönemin Başbakan’ı Recep Tayyip Erdoğan’ın eylemin ilk günlerindeki “Evlerinde zorla tuttuğumuz bu ülkenin en az yüzde 50’si var. Biz onlara diyoruz ki aman sabırlı olun” açıklaması bölüm epigrafı, konu/kutup başlığı olur. Kendince hakkı-haklılığı, sınırlarda gezinen “Ya sabır”la tescillemek gelenek bu ülkede.
Son yerine aynı kitaptan bir cümle: “Linçi yapan güruh olduğu kadar, güruhu yaratan da linçtir. Linç deneyimi, girişim ve ajitasyon ‘aşamasından’ itibaren, kitleyi, kalabalık içindeki insanları güruh haline getirir. Güruhlaşmanın meyli, linçedir. Linçin insanı dehşete düşüren, düşürmesi gereken yanı, budur. İnsan topluluklarının güruhlaşması…”
Öyle seyreder… Sonra da bir varmış bir yokmuş, “Böylelerini alıp…” diye başlar linç hikâyeleri. “Nasıl”ı, “nereye”si muamma.