Ne yana baksak itaat etmekten memnun insanlar var. Çoğunluğa uymayı, taraf olmayı ve sürüden ayrılmamayı telkin eden insanların arasında yaşamanın kendine dönen ağırlığı altındayız. Kırılmaz bir hiyerarşinin içinde yaşamanın çocuksuluğunu masumluk sanıyoruz. Birbirimize sevgi ve dostlukla bağlı olmak yerine biat edip bağlılık bildirmeyi seven militer bir düzenin bekçileri gibiyiz.
Sorgusuzca ve düşünmeksizin itaat etmekte kendi zayıflığının devasını arayan insanlarla karşı karşıyayız. Din hocası itaat telkin ediyor, baba oğluna itaat etmeyi öğütlüyor, siyasetçisi itaat edenleri seviyor, öğretmen sürekli itaat öğretiyor. Bırakın olgununu yaşlısını, delikanlısı bile itaatin peşinden gidiyor. İtaat kendiliğinden erdemli kabul edilirken itaatsizlik yıkıcılık ve bozgunculuk addediliyor.
Herkesin herkesten itaat beklediği bir emreden-boyun eğen toplumu bu. Herkes, sürekli savaş halindeki bir dünya tahayyülüyle yaşayan askerler gibi. İnsanlar ya amir ya da memur. Her ikisi de itaatkar ve her ikisi de daha üstün bir toplum düzeni kurma iktidarını yitirmişliğinden realist ve kurnaz bir ahlak çıkarmış. Her ikisi de ayakta kalmak için daha yukarıda gördükleri birilerinin varlığına muhtaç. Her şeyi tek hareketle yönetip bütün sorunları çözecek bir büyük otoriteye teslim olma ihtiyacında. Ancak bu sayede korunup güvende olduğunu hissedebiliyor ve bu durum sıradan bireylerden uysal militanlar çıkarabiliyor.
Bu insanlar, bir gün emreden olmak için bütün bir ömür uysal bir tabiyeti memnuniyetle kabul ediyor. O gün gelinceye kadar da düzenin olduğu gibi sürmesinin hedefine giden yoldaki en rasyonel olasılık olduğunu düşünüyor. Bırakın düşünmesini, buna bütün benliğiyle inanıyor.
Sürüden ayrılanı kurtun kaptığına dair bir mesele inanmış. Ama bunun daha çok koyunlar için geçerli bir durum olduğuna dair fikri yok. Bu dünya, korkuların ve kurtların dünyası onlar için. Ya kuzu kuzu itaat etmek veya kurtlara yem olmak arasında sıkışmış bir hayatın dayattığı bir zihinsel hal olmuş itaat.
İtaatin bu kadar yüceltildiği yerde kimse tam olarak kendisi olamıyor elbette. Her itaat ancak kendisinden bir şeyleri vererek mümkün oluyor ve itaatsizlik giderek kendi benliğine karşı bir isyana dönüşüyor. Böyle olunca da ancak mücadeleyle kazanılan bağımsız bir özgürlüktense yukarıdan aşağıya verilen itaatkar bir serbestlik tercih ediliyor. Bunun yarattığı öznelik kaybı da büyük davaların içine girerek telafi ediliyor.
Daha doğrusu itaatin bu denli yüceltilmesi insanı kendi benliğinden o kadar uzaklaştırmış ki geri dönüş yolunu açacak her itaatsizlik eylemi, kazandıklarını bir bir kaybetmeyi gerektiriyor. Büyük dava da aslında bunun tam tersini –böyle birşey olabilirmiş gibi- hiçbir şeyi kaybetmeksizin kendini kazanabilmeyi vadediyor. Çelişkilerden idealler üretiyor. İtaatsizlik masum çocuk dünyasının yıkılışı gibi bir yıkıma neden olabiliyor. Çocuk masumiyetine karşı affolunmaz bir günahkârlık zannediliyor.
Olan biten her şeyi olduğu gibi kabul edip ses çıkarmamayı ahlak edinmiş ve korkularına yenilmiş bir toplumun itaatsizliği cezalandırarak cesaret kazanmaya çalışmasına şahit oluyoruz. Böyle olunca her farklı ses ve karşı görüş, yalnızca aykırılık değil aynı zamanda bastırdığımız korkularımızın bize itaatsizlik edip açığa çıkması oluyor.
Asıl korktuğumuz belki de alttan alta varlığını hep hissettiğimiz korkularımızın bir anda her yanımızı sarması. En ufak bir değişim ve aykırı bir fikir korkuların kontrol edilememe ihtimali demek olduğundan ancak bastırılarak karşı konulabiliyor.
Hannah Arendt, bir yerde kendi ölümüne ²kuzu kuzu² giden Yahudiler’in durumu için ²uysal itaat² tabirini kullanır. Bu bize itaatin çok çeşitli biçimlerinin olabileceğini söyler ve bunlar içerisinde belki de en kötüsü, kör bir uysallıkla kuzu kuzu boyun eğen bir teslim olma halidir. Erich Fromm’un –harika kitabı İtaatsizlik Üzerine’de- söylediği gibi, ²İnsanlık eğer intihar ederse bu, ölümcül düğmelere basmalarını emredenlere itaat etmeleri yüzünden olacak² gibi görünüyor.
Oysa insanlık, itaatsizliğine her zaman çok şey borçlu oldu. Birey denilen yaşatıcı özne, toplumun daha üstün bir düzen kurma iktidarını her yitirişinde biraz daha kuvvetlenen itaat yanlılarının acımasız baskılarına karşı koyarak varoldu. Bunun için acılar çekti, hapislerde yattı, zulümlere maruz kaldı ama içinden gelen o dayanılmaz karşı koyma ve daha üstün bir düzen kurma ihtiyacını hep başa koydu.
Buradan hareketle –tıpkı Fromm’un belirttiği gibi- bütün itaatsizliklerin bir erdem, her itaatin de bir ahlaksızlık olduğunu söylemiş olmuyoruz. İtaat-itaatsizlik ilişkisi aslında insanın itaat edecek bir kendiliğe ulaşamamasının zorunlu bir diyalektiği belki de. Hayatın içindeki çelişkilerin çatışma halindeki yansıması.
Uymak zorunda olduğumuz kurallar uyulmaması gerektiğini düşündüğümüz şeylerse ve yine de itaat etmek elzemse buradan ancak bir köle ahlakı çıkıyor; kendi kendisini ancak bir başkasının iradesine teslimiyet içerisinde yaşayabilen tam bağımlı bir ahlak ise olaylar karşısında ancak başkaları gibi davranabilme gücü verebiliyor. Buradan, hata yapma, yalnız kalma ve karşı koyma cesareti doğmuyor, doğamıyor. İlk fırsatta efendisinin rolüne bürünmek için can atan insanlardan oluşan cemaatler doğuyor.
Neden bu kadar cemaatçi bir toplum olduğumuz sorusunun cevabını Fromm’dan aktararak söylersek, bağımlı bir ahlaka sahip olduğumuzda –ki cemaat tam anlamıyla böylesi bir bağımlı ahlak birlikteliğidir-
Aslında hangi güce itaat ettiğim çok az fark eder. Bu daima, herhangi bir şekilde bir güç uygulayan ve hilekârca her şeyi bildiği, her şeye gücü yettiği iddiasında olan bir kurum ya da kişidir. İtaatim beni tapındığım gücün bir parçası yapar, dolayısıyla kendimi güçlü hissederim. O benim yerime karar verdiği için hata yapmam; yalnız kalmam çünkü bana göz kulak olur; günah işleyemem çünkü o buna izin vermez.
İtaatsizlik gibi yalnızlık da yerilir. Çünkü o da ahlak gibi bir bağımsızlık içerir. ²O ancak Allah’a mahsustur² denir ve onlara göre İslam dini de ²cemaatçi² bir dindir. İnsan kendi gerçekliğini yaşayamadığı sürece sürekli böylesi klişelerle düşünür. İtaat size klişelerle düşünmeyi ve kendi zihninizin buna göre işleyebilmesini öğretir. Uzun süre askerlik yapanlar bu yüzden kural dışına çıkamaz, klişelerin ötesinde bir görüşe varamazlar. Ne kadar düşünürlerse düşünsünler vardıkları yer bildik bir görüştür. İslamın cemaatçi olduğunu düşünen zihnin din tasavvuru da zaten militer bir itaatkârlar ordusudur.
İtaat etmekle cemaatçi düşünce arasında ayrılmaz bir ilişki olduğu açık. Evet şu doğru, insanın kendi olmasının yolu başkalarıyla kurduğu ilişkilerden geçiyor. Ama bu sürekli bir karşı koyma ve kendi benliğini koruma ilişkisidir. Diğer bir ifadeyle, insan cemaatsiz yapamadığı için başkalarıyla ilişki halinde değildir; kendisi olabilmek için başka insanlarla kurduğu ilişkiye ihtiyacı vardır ve bu çok kritiktir ama bu ilişkinin ²cemaatçi² bir karakterde oluşu kişinin ancak kendisinden vererek sürdürebileceği bir durumdur.
İslam dini –bunu söylemek bana düşmemeliydi ama- sanılanın aksine son derece ²ferdiyetçi² bir dindir. Basitçe söylemek gerekirse her insan kendi hayatının öznesidir ve ilahi emirlerin taşıyıcısı olduğu zannıyla devlet yöneticileri ya da din alimlerinin söylediklerine ancak bir özne olarak uyabilir. Bunun anlamı şu ki uymayadabilir. Çünkü bu zannına karşı eleştirel ve tetikte olmadığı takdirde kaybettiği şey sadece toplumsal düzen değil aynı zamanda kendi özneliğidir. Kanun dışına çıkıp yakıp yıkmaz elbette ama mutlaka uymadığı kuralların değişmesi için bir şey yapar.
Çünkü bu kişinin hali –yine Fromm’dan hareketle söyleyecek olursak- ²hayır² demek haricinde hayata karşı hiçbir yükümlülüğü olmayan ²nedensiz asi²nin isyankâr itaatsizliği değildir. Esasında bununla ²hayır² demekten aciz konformist (uyumcu) itaat arasında bir fark yoktur. İkisi birbirinin tersi ve yüzü gibidir.
Esas karşı çıkış, kişinin kendi vicdanına ve bütün bir hayat mücadelesiyle ulaştığı kendi ilkelerine riayet ettiği için itaatsizlik edenden gelir. Bu, bir tür isyan ahlakıdır ve ahlak ancak böylesine bir karşı koymayla kendini koruyabilen bağımsız bir ilkeler bütünüdür. İsteyen buna devrimcilik de diyebilir.
Bu tür bir kişi başka türlü davrandığında başkalarıyla kurduğu ilişkide kendisi olmaktan adım adım uzaklaşır ve kendini herhangi bir cemaatin eşiğinde bulur. Böylesi bir cemaatçi ortamda her türlü itaatsizlik ilahi emre karşı işlenen bir günah halini alır çünkü aslına bakılırsa günah, bireysel bir eylem biçimidir. Cemaatçi ahlak, isyansız, günahsız ve hatasız bir yapaylığın insanı esir alıp varolma şartlarını elinden almasıdır.
Bu kadar itaatsever insanların varlığına rağmen, neden kurallara bu kadar uyamayan bir toplumda yaşadığımız sorusunun cevabını da bu türden bir cemaatçi itaat kültüründe aramalı belki de. Kendimiz gibi olamadığımız için herkes gibi olduğumuzu, kendimize inanmadığımız için başkalarına inandığımızı ve ancak bize inanan insanlar bulduğumuzda kendimizi güçlü hissettiğimizi düşünmeli.
En çok da genç çocuklar düşünmeli bütün bunları. Dinin vasata hitap eden hocaların vasatlığından ibaret bir şey olmadığını ve uysal itaatkarlardan da dindar olamayacağını birileri onlara söylemeli. Siyasetin ancak kurnazlıkla yapılan bir iktidar oyunu ve siyasetçinin de zor kullanarak itaat altına aldığı insan sayısına göre iktidar kazanan bir zorba demek olmadığını anlatmalı.
Belki de bütün sistemi sanılan aksine itaat üzerine değil de itaatsizlik üzerine kurmalı.