14-28 Mayıs cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmasının ardından, Recep Tayyip Erdoğan’da gözle görülür bir üslup ve tavır değişimi gözlendi.
Bunun ilk önemli işareti kabinede yaptığı değişikliklerdi. Süleyman Soylu gibi, Nureddin Nebati, Bekir Bozdağ, Mevlüt Çavuşoğlu gibi, yaptıkları ve girdikleri polemiklerle toplumda negatif çağrışım uyandıran isimler kabineden çıkartılırken, yerlerine daha az siyasi, daha çok bürokrat isimler getirildi.
Başka bir deyişle, ‘şahin’ denebilecek isimlerin yerini daha az polemiğe giren, daha çok icraate odaklanan isimler aldı.
Bu değişikliklerin etkileri de hızlı bir şekilde görülmeye başladı.
Ekonomide, devir-teslim töreninde başlayan irrasyonel politikaları terk etme uygulaması, yerine, tam olmasa da rasyonel politikaların uygulanmaya çalışıldığı bir ortamı getirdi.
Dış siyasette yaşanan ‘yumuşama’ ile birlikte Erdoğan, bir süredir kavgalı olduğu ülkelerle barışma politikasını sürdürdü. En büyük siyasi kavgayı verdiği Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile dahi Mısır’a gidip görüştü.
İç siyasette ise, Süleyman Soylu dönemine göre gözle görülür bir fark yaşandı. Örneğin İstanbul’da haftalarca engellenen Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Meydanı’ndaki eylemine izin verildi.
Yerel seçimler döneminde Erdoğan, 14-28 Mayıs genel seçimlerine gidişten farklı olarak, muhalefeti terör örgütleri ile özdeşleştirmeyi ve işbirliği içerisinde göstermeyi tercih etmedi.
Seçim sonuçlarının açıklandığı geceden itibaren ise oldukça kapsayıcı konuşmalar yaptı.
Van’da seçimin ardından bir ‘mazbata’ krizi yaşansa da, gerek Van halkının protestoları, gerekse başta Selahattin Demirtaş olmak üzere Kürt siyasetçilerin Erdoğan’a doğrudan yaptıkları çağrılar karşılık buldu ve mazbata, seçilen başkan Abdullah Zeydan’a verildi.
DEM Parti’nin kazandığı tüm belediyelerde de kazanan isimler mazbatalarını alarak göreve başladı.
Bu süreçte, Erdoğan’ın yanı sıra muhalefette de Erdoğan’a karşı bir üslup değişikliğine gidildi.
Başta CHP lideri Özgür Özel’den ve Selahattin Demirtaş’tan olmak üzere, Erdoğan’a “Sayın Cumhurbaşkanı” hitabı ile başlayan çağrılar geldi.
Bayramda Erdoğan, CHP lideri Özgür Özel ve İYİ Parti lideri Meral Akşener olmak üzere birçok siyasiyle telefonda görüştü.
En son 16 Nisan akşamı, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki kabine toplantısının ardından gazetecilerin karşısına çıkan Erdoğan, basın toplantısının bitmesinin ardından gazetecilerin yanına gelerek onlara bahçede yürüyüşe çıkmayı teklif etti.
Gazetecilerle Beştepe bahçesinde yaptığı yürüyüşte sorularını da yanıtlayan Erdoğan, CHP lideri Özgür Özel’in kendisiyle görüşme talebi hakkında şu cevabı verdi:
“CHP’nin Genel Başkanı Sayın Özel’e kapımız açık. Ele alacağımız konu başlıklarımız çok, ziyarete geldikleri anda oturur konuşuruz.”
Erdoğan’ın başta muhalefet partileri olmak üzere girdiği bu üslup ve tutum değişikliği, bana, 1909 yılının başında Yıldız Sarayı’nda Padişah II. Abdülhamit’in Meclis-i Mebusan mensuplarına verdiği ziyafeti hatırlattı.
Serpil Çalışlar Ekici’nin titiz bir çalışmayla yayına hazırladığı, II. Meşrutiyet döneminde yayınlanan sol-liberal diyebileceğimiz Serbesti gazetesinin bugüne ulaşan nüshalarının günümüz Türkçesine uyarlanarak basıldığı kitap sayesinde (Hasan Fehmi ve Serbesti Gazetesi, Kopernik, 2022), Saraydaki bu ziyafet daveti ve hakkındaki tartışmalardan bilgi sahibiyiz.
23 Temmuz 1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet’in üzerinden henüz altı ay geçmişti. Uzun bir istibdat döneminden çıkılan günlerde II. Abdülhamit tarafından verilen bu ziyafete mebusların katılıp katılmaması, tıpkı bugün muhalif siyasetçilerin Erdoğan ile görüşmesi ve Beştepe’ye gitmesi gibi tartışılıyordu.
Dönemin en etkili gazetelerinden Serbesti’de 2 Ocak 1909 tarihinde imzasız yayınlanan bir makalede, ziyafetle ilgili şu ifadeler yer almaktaydı:
“Bütün mebuslar, önceki gün kısmen saray ahırından ve kısmen hazine-i hassadan kiralanmış arabalara binerek, padişah sarayına, padişah davetine icabet ederek ziyafete gitmişlerdi. Padişah sarayının önünde mebuslara, bir bölük asker tarafından resmi selam yapılmış, saray kapısından, merasim dairesinin sonuna kadar olan mesafe içinde heyet, hürmetle saf bağlamış olan Osmanlı askeri arasından geçmiş, daire önünde protokol memurları kendilerini karşılamışlar ve doğruca alt kat odalarına alarak kendilerine sigaralar, kahveler ikram edilerek ağırlanmışlardır.”
Bu kısımdan da anlaşılacağı üzere, aslında II. Abdülhamit de tıpkı bugün Erdoğan’ın yaptığı gibi, yıllar boyunca engel olduğu, düşman bellediği kişilerle uzlaşma yoluna gitmiş, en azından öyle bir algı yaratmak istemiş ve bir ‘açılım’ yapmıştı.
Peki bu açılım o dönem nasıl karşılanmıştı? Serbesti gazetesindeki makaleden devam edelim:
“Öncelikle bütün mebuslar heyetinin padişah tarafından verilen ziyafete gitmeleri uygun mudur? Biz, otuz senelik istibdat devrinin, yadigâr olarak hürriyet devrine terk ettiği saray ziyafetlerine; kime keşide edilmiş olursa olsun, pek büyük bir hoşgörüyle bakamıyoruz. Gönül başka türlü büyüklükler beklerdi. Millet hakimiyetinin esası, sözle değil, fiiliyatta belirlendikten sonra, hükümet kuvvetinin üyeleri olan padişahla mebuslar heyeti, birbirlerine ziyafet verirler ve ancak o zaman arada kesin samimiyet kurulurdu.”
“Sofrada yerler alınmadan önce, mızıka tarafından ‘Hamidi Marşı’ çalınırken ayakta durarak dinlenir ve tekrarlanarak söylenen ‘padişahım çok yaşa’ duanamesi göklere kadar yükselir. Yemeğin devam ettiği süre içinde, bir hatırnazlık işareti olarak ‘Hürriyet Vatan ve Mebusan’ marşı çalındıysa da ayakta dinlenilemedi. (…) Padişahın nutku, doğrusu başından sonuna kadar mükemmel, hele ‘Mebus efendiler, şurasını biliniz ki saltanatın, devletin ve memleketin hukukunun bekçisi önce Allah sonra da millet, Meclis-i Mebusan millettir’ cümlesi, hakimiyetin padişahtan millete devir teslimi demek olduğundan, takdire cidden yaraşır. Yalnız bunu fiilen de görme bahtiyarlığını Tanrı’dan dileriz.”
“Bundan sonrası ‘sağlık’ demekten başka çare olmadığından, mebusların saat gece 4 sularında arabalarına binerek döndüklerini de söyleyerek yazıya son verelim…”
5 gün sonra, 7 Ocak 1909’da yayınlanan gazetenin 51. sayısında ise; Meclis-i Mebusan üyeleri arasından padişahın davetine katılmayan dört kişinin ismi şu ifadelerle anılıyor:
“Mebuslara teklif edilen Padişahın ziyafetinde hazır bulunmamış olan dört mebusun isimleri yayınlandı. Hatırda tutmaya layıktır. Gitmeyenler; İsmail Kemal Bey, Ebu-z Ziya Tevfik Bey, Zohrab Efendi, Hallaçyan Efendilermiş. İki yüz kişiyi aşan bir kalabalık içinde, özellikle kırk günlük kara kış mevsiminde, dört ‘keyifsiz’ bulunabilir, çok görülmez, fakat bu keyifsizliğin, halkla ilgili önemli işlere vakıf olma konusunda, nispeten seçkin olanlara musallat olması, dikkate değer ve incelenmelidir.”
“Karanlıkta bir kurtuluşa çıkış kapısı aramakla meşgulüz.. Rehberlere olan ihtiyacımız şiddetlidir. Rehber olduklarını anlatmaya çalışanlar eksik değilse de gayretlerine, şimdilik, kimsenin kulak verdiği yoktur. Bunun için şu dört kişi, derin araştırmaya uygundur…”
Bakalım, Cumhurbaşkanı Erdoğan da 14-28 Mayıs seçimlerinden sonra başlattığı ‘yumuşama’ sürecini muhalif siyasetçilere vereceği bir yemek ile sürdürecek mi?