Onunla ilk tanışmamız benim açımdan hiç de iyi geçmemişti. Daha önce kendisini keşfeden yakın arkadaşım Selahattin bir gün bana, “Gel bıçakçı Haydar Amca’nın dükkanına gidip çayını içelim” dedi. Dükkân dediğin üç metrekarelik bir yer. Her gün defalarca gelip geçtiğim, Rıhtım Caddesi’nin küçük sokağının içinde. Görmemişim, hızla akan hayatta birçok şeyi görmediğimiz gibi…
Selam faslından sonra Haydar Abi bize çay söyledi yan taraftaki ocaktan. Çay ısmarlamadan göndermezmiş dükkanına gelenleri. Üç metrekarelik dükkânda envai çeşit bıçak, bir de kesici aletleri bileyen bileytaşı var. Haydar Abi tipik bir Karadenizli gibiydi, konuşmayı şehvetle seviyordu. Konu bıçaklara gelince gözleri ışıl ışıl anlatıyordu iyi bıçak nasıl olur diye… İşte tatsızlık o zaman başladı, lafa girerek “Ben bıçakları, kesici aletleri sevmem” deme gafletinde bulundum. Gözü döndü aniden, sanki küfretmişim gibi öfkeli bakarak “Ula sen ne biçum Karadenizlisun, biçağu sevmeyisun” dedi. Öyle bir ses tonuyla söyledi ki bunu; ufak tefek adamın karşısında ezildim, cüceye döndüm bir anda…
Bu tatsız tanışma faslından birkaç ay sonra bütün cesaretimi toplayıp vardım Haydar Abi’nin küçük dükkanına. Unutmuş gibiydi beni, bıçaklarla ilgilenir gibi yapıp sohbetlere daldık. Memleketi Sürmene’den bir takaya atlayıp sekiz günde gelmiş İstanbul’a. Önce bir el arabasıyla işe koyulmuş. Dolaşmaya başlamış Kadıköy sokaklarında. O günleri anlatırken gözleri parlıyordu Haydar Abi’nin, geçmiş zamana uzanıyordu. Kadıköy’den Boğa’ya uzanan ahşap evleri anlattı. Sürekli sıkışık trafiği olan Rıhtım Caddesi’ne bakıp, “Altıyol’dan aşağı inen arabaları saydığımız günlerden bu günlerde geldik” iç geçirdi. Bir de kazancın bereketli olduğu zamanlardan bahsetti. O küçük el arabasına koyup sattıklarını anlattı “Sabaha kadar sayardum kazanduğum paraları” diye gülerek…
El arabasında 30 yılı geçmişti Haydar Abi’nin. Kadıköy’ün tek bıçakçısıydı ne de olsa… Dönemin İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’ın bile gelip kendisinden bıçak aldığını anlatıyordu gururla. 30 yıllık seyyar satıcılıktan sonra, Aden Oteli’nin bitişiğinde bulunan binanın alt katında bulunan dükkâna yerleşmişti. Arada küçük bir tabure oturup insanları seyrediyordu gelip geçerken. Günler akıp giderken, eskisi gibi işler bereketli olmasa da bırakamamıştı o dükkânı. O kendisini tanıyanların ağabeyi olmuştu bir kere. Hem abiler öyle bırakıp gidemezlerdi ki yaşadıkları yeri… Meraklısı ve eski müşterileri dışında dükkanına pek uğramayan olmasa da her daim açık tutardı dükkanını. Ne de olsa o bıçaklar sayesinde büyütmüş, iş güç sahibi yapmış çocuklarını.
Haydar Abi’nin küçücük dükkanında her türlü bıçağın yanı sıra bol miktarda Atatürk ve Millî Mücadele’yi anlatan fotoğraflar bulunurdu. Atatürk’ten ve Millî Mücadele kahramanlarından övgüyle bahsederdi yanına gelenlere. “Bugün bu topraklarda özgürce yaşıyorsak, onlar sayesindedir, uşağum” diyerek… En son üç yıl önce konuştum onunla, üzgündü. 20 yıldır işlettiği dükkân yıkılıp yerine yenisi yapılacaktı. Karşı binanın bodrum katını gösterip, isteksizce “ Oraya taşınacağım” dedi.
Söylediği bodrum katına hiç taşınmadı Haydar Abi. Arada geçerdim dükkanının önünden, içime hüzün çökerdi. Sokak Haydar Abi’siz sessiz suskundu. Niye tutmadı orayı, mal sahibiyle anlaşamadılar mı diye düşünürdüm zaman zaman. Bir de onca sohbet etmemize, çayını içmeme karşın hiç bıçak almamıştım ondan. Sonra, Selahattin’ den öğrendim öldüğünü. Kadıköy’ün bir zamanların tek bıçakçısı olan Haydar Abi göçüp gitmişti sesiz sedasız…
Her gün binlerce insanın telaşlı adımlarla bir yerlere yetişmeye çalıştığı Rıhtım Caddesi’nde oturduğu küçük iskemlesinde insanları seyreden, dükkanına gelenlere bıçak satmaktan çok sohbet etmeyi tercih eden Haydar Abi, yok artık. Caddedeki kalabalıklar, birbirlerinin omuzuna değerek görmeden geçip gitmişti o ufak tefek adamın yanından. Bir yerlere yetişmeye çalışırken birçok şeyin farkına varmadığımız gibi…