Geçtiğimiz aylarda üniversitelerin halka açılması konusu, İstanbul Üniversitesi’nin kısa süren bir ‘açık kapı’ politikası uygulama kararıyla tartışma konusu oldu. Daha önce de sizin başkanlığınızda hazırlanan DEVA Partisi Yükseköğretim Eylem Planı’nda bu vaat yer almış ve yine tartışma konusu olmuştu. Şimdi de Amerika’daki üniversite eylemleri üzerinden üniversitelerin kamusallığı yeniden tartışılıyor.
İlk olarak şunu sormak istiyorum: Sizin hazırladığınız ve 2022’de açıkladığınız eylem planında ‘üniversiteleri halka açmak’ ile neyi kastettiniz?
Yükseköğretim Eylem Planı’nı biz açıkladıktan sonra da benzer tartışmalar olmuştu. O günlerde de zevkli ve eğlenceli bir şekilde Twitter’ın gündemindeydi ‘üniversitelerin halka açılması’ konusu.
Aslında bunun iki amacı var: Hem metaforik anlamı var hem de okunduğu gibi olan anlamı var.
Biz şunu görüyoruz ki Türkiye’deki üniversiteler bütün dünya liginden düşüyor. Bu, üniversitelerin suçu değil çünkü ülke olarak düşüyoruz. Ülkenin de suçu değil çünkü diğer ülkeler çok daha hızlı ilerliyor.
Özellikle teknolojiyle, girişimcilikle, inovasyonla kalkınmaya başlayan ülkeler hızlı ilerlemeye başladı. Biz olduğumuz yerde dursak bile bulunduğumuz ligden düşüyoruz. Kaldı ki üniversiteler o gelişmiş ülkelerde de sorgulanmaya başlandı.
Üniversiteler ile teknolojinin, endüstrinin bir döngüsü var. Geriye dönüp son 250 yıllık sürece baktığımızda bazen üniversiteler öne çıkıyor, bazen ise teknoloji öne çıkıyor. Şu anda teknoloji öne geçmiş durumda ve bayağı da farkı açmış durumda. Ama bu tabii bizim için değil, yurtdışındaki üniversiteler için geçerli.
Üniversite eğitimi tüm dünyada sorgulanıyor. Üniversite öğretiminde öğrenciler ‘Ben neden buraya gidip 4 sene vakit geçireyim, niye para vereyim’ diye sorguluyor. Para kısmı bizde üniversitelerin çoğu devlet üniversitesi olduğu için pek geçerli değil.
Buna karşılık üniversitelerin yeniden kendini reforme etme süreci yaşanıyor. Bu süreç Sanayi Devrimi ile başlamıştı ve üniversiteler birden şekil değiştirmişti. Eskiden bilinen bilgilerin verildiği yerlerken daha sonra bilinmeyen bilgilerin (unknown unknown) keşfedildiği yerlere dönüşmeye başlamıştı.
Bilinen bilgi neydi? Üniversiteler bir devlet adamı yetiştirme yeriydi, muallim yetiştirme, elçi yetiştirme yeriydi. Geçmişten gelen bilgilerin insanlara aktarıldığı bir yerdi. Ama icatların ve mucitlerin ortaya çıkmasıyla birden bütün işler değişmeye başladı. Birisi iplik eğirme makinesini buldu, tekstil ilerledi, buhar makinesi endüstriyi ve ulaştırmayı hızlandırdı, dinamiti buldu, savaşlar farklılaşmaya başladı. Telgraf haberleşmeyi hızlandırdı, birinci dünya savaşına dünyayı hızla ilerletti. Bu sefer üniversiteler farklı bir yapılanmaya girdi. O zamanlarda bütün dünyadaki kırılma bizdeki medrese, oradaki kilise anlayışından tamamen bilinmeyenleri keşfetmeye doğru bir dönüşüme girdi. Akademisyenlerin tanımı değişti. Sadece bilgiyi aktaran değil, aynı zamanda yeni şeyler bulan insanlar halini aldı. Eğitimin yanında araştırma da eklendi.
Bunun yanında üniversitelerin üçüncü bacağı da var; sosyal etki. Bir üniversitenin bulunduğu çevreye katkısı. Yani özetle günümüz üniversitesini tanımlayan üç unsur var: Eğitim, araştırma ve sosyal etki.
Son gelinen noktada buna ticarileşme de ekleniyor. Siz üniversite olarak ticarileşebilecek çıktılar yaratabiliyor musunuz? Üniversite artık ayakta durabilmek için ticarileşmeyi de eklemek zorunda. Yani 3+1 durumu söz konusu.
Sorduğunuz soruya tekrar gelecek olursak; bütün dünyada üniversiteler bu yeni düzene ‘hayat boyu eğitim’ ile cevap vermek istiyor. Yani üniversiteler artık öğrencilerini tekrar tekrar kampüse çağırmak istiyor. “4 senede seni mezun edeyim sonra git, arada mezunlar gününde gel piknik yap” demiyor. “22 yaşında mezun edeceğim seni, 25’te tekrar geleceksin, 30’da tekrar geleceksin, 40’ta, 50’de, 60’ta tekrar geleceksin” diyor. Burası artık mezun olunmayan bir kulüp diyor. Hayat boyu eğitim bu yüzyılda, bu teknolojik yarışta üniversitelerin cevabı.
Metaforik anlamda ‘üniversiteleri halka açmak’ artık her yaştaki insanı üniversitelere çekebilmekle ilgili. Yani siz 18 yaşında üniversiteye girdiniz ama yan sınıftan belki 50 yaşındaki insanlar çıkıp farklı bir ders alıyor olabilmeli. O 50 yaşındaki insan o zamana kadarki deneyimlerini o üniversiteye aktaracak ve üniversiteden yeni deneyimler alacak. Böylece bir döngünün içine girilecek. Üniversite bu döngüyü ne kadar çok yaratabilirse o kadar çok ayakta kalacak. Onun için de bulunduğu bölgeye köklerini salabilmesi gerekiyor ki ayakta kalabilsin.
Yani biz üniversitelerin hayat boyu eğitimi içselleştirmesi ve buna göre yapılanması gerektiğini düşünüyoruz.
Tabii buna girebilmeleri için ikinci aşama yani üniversitelerin özerk olması gerekiyor. Çünkü üniversiteler şu anda sıkı sıkıya birbirine bağlanmış, tek elden kontrol edilen kurumlar haline gelmiş durumda. Belki geçmişte çok fazla siyasetin içinde oldukları için bu kontrol ihtiyacı hükümet tarafından istenmiş olabilir ama şu anda bunların serbest bırakılması gerekiyor ki bu yeni keşfi her üniversite kendine göre yapsın. Bizim tek bir fikri değil yüzlerce fikri, farklı anlayışı deneye deneye bulmamız gerekiyor.
Peki özerk üniversite tam olarak ne? Bunun için ne yapılmalı?
Biliyorsunuz bugün özel üniversiteler mütevelli heyeti ile yönetiliyor. Mütevelli heyetinin üzerinde de cumhurbaşkanı var. Mütevelli heyeti bir ismin rektör olmasını istiyor, cumhurbaşkanı da onu atıyor. Devlet üniversiteleri böyle yönetilmiyor. Devlet üniversiteleri üzerindeki mütevelli heyeti görevini şu anda YÖK karşılıyor. YÖK’teki kurul bütün üniversitelerin mütevelli heyeti gibi çalışıyor. YÖK zaten 1980’lerde 30 üniversiteye mütevelli heyeti olarak kurulmuş bir kurum. Ama 30 üniversite 200’e çıktığı zaman otomatik olarak başka bir noktaya geçildi. Devlet üniversitelerinin kendi kendilerini yönetebilmesi için o mütevelli heyeti kavramının geri gelmesi gerekiyor.
Biz DEVA Partisi olarak eylem planını hazırlarken çok sayıda akademisyenden, mütevelli heyeti üyelerinden, eski YÖK başkanlarından görüş aldık. Son seçimde Altılı masa kabul etti, AK Parti de vaatleri arasına devlet üniversitelerinin mütevelli heyetleri tarafından yönetilmesini koydu bizim planımızın ardından. Biz bunun ötesinde bir mekanizma düşünüyoruz.
Şu anda devletin kontrolünde olan üniversiteleri hangi mekanizma ile özerkleştireceğiz? Temel soru bu. Devlet yine mütevelli heyeti atayabilir ama o zaman üniversiteyi özerkleştirmiş olmuyorsunuz. YÖK’ün işlevini bu kez mütevelli heyeti aracılığıyla yapar o durumda devlet.
Üniversitelerin özerk olabilmesi için üniversitenin sahibinin kim olduğu meselesine gelmemiz lazım.
Üniversitenin sahibi bize göre akademisyenleridir, öğrencileridir, mezunlarıdır. Akademisyenlerin onayı olacağı bir mütevelli heyetinin biz görev yapması gerektiğini düşünüyoruz. Yenilenmiş bir senato olsun, o senato mütevelli heyetini oluştursun, akademisyenlerin nitelikli çoğunluğu onaylasın. Eğer onaylıyorsa o üniversiteyi özerkleştirelim.
Mütevelli heyetine kimler girebilir? Bu her üniversiteye göre değişebilir. Bazısı kendi akademisyenlerini koyar, bazısı eski akademisyenlerini koyar, bazısı mezunlarını koyar, bazısı yerel yöneticileri koyar. Kombinasyon yapabilir. Yani kendileri için en iyi formasyonu kurmaları lazım. Biz bir deneyelim bakalım 200 üniversite nasıl bir mütevelli heyeti oluşturacak? Eğer akademisyenleri de o mütevelli heyetini onaylıyorsa o üniversiteleri özerkleştirelim.
Her üniversitenin bir mütevelli heyeti de olabilir, yeni kurulan 5-10 üniversitenin tek bir mütevelli heyeti de olabilir. Bu dünyada çok yaygın bir uygulama. Biz bunun gelecek yüzyılda kalkınmamızı teknoloji temelli yapmak istiyorsak şart olduğunu düşünüyoruz. Üniversiteler serbest bırakılmalı.
Tüm bunların gerçekleşebilmesi için üniversitelerin finansman sisteminin değişmesi gerekiyor.
İdari açıdan özerklikten bahsettiniz. Peki mali açıdan özerklik nasıl sağlanacak?
Şu anda devlet / hükümet diyor ki “Parayı ben veriyorum, o yüzden benim dediğim olacak.” Üniversiteyi tüzel kişilik olarak bir şirket gibi düşünmemek lazım. Bir dernek gibi de düşünmemek lazım. Kamu kurumu olarak da düşünmemek lazım. Üniversite bunların ortasında bir kurum. Her biri ile benzer yanı var farklı yanı var.
Şu anda üniversiteler ücretsiz. Ücretsizden kastımız üniversitedeki öğrencilerin maliyetini devlet karşılıyor. Biz bu maliyetin öğrenciye verilmesini istiyoruz. Öğrencinin kartına -eğer üniversiteyi kazanıyorsa- o para yatırılmalı ve öğrenci gidip üniversiteye ödemesini yapmalı. Yani öğrenci de üniversite eğitiminin maliyetini görsün. İsterse üzerine para eklesin özel üniversiteye gitsin. İsterse desin ki “Ben bunu kazandım ama üniversiteye gitmiyorum, ben bununla iş kuracağım.” Bu kabul edilebilir ama ikinci kez üniversiteye gitmek isterse o zaman parayı tamamen kendisi karşılaması gerekir.
Böylelikle hem öğrenciye bir seçenek sunmuş oluyorsunuz -çünkü üniversiteye herkesi sokmanın da bir anlamı kalmıyor artık- hem de üniversiteye kaliteli eğitim vermek zorunda olduğunu hissettiriyorsunuz. Diplomasının ağırlığının olmasını sağlıyorsunuz.
Öğrenciyi az mı almak istiyorsun? O zaman araştırma üniversitesi ol. Devletin, Avrupa Birliği’nin, özel şirketlerin araştırma projelerinden al. Böylelikle maliyetinin bir kısmını oradan karşıla.
Bunu kim belirleyebilir? O üniversitenin akademisyenlerinin yetenekleri ve motivasyonları. O yüzden biz şu andaki 200 küsur üniversiteyi serbest bırakmalıyız.
Üniversiteleri halka açmanın bir de metaforik olmayan, okunduğu gibi olan anlamından bahsetmiştiniz ilk başta. Bunu biraz açar mısınız?
Üniversiteler eskiden çok saklı bahçelerdi. Şimdi yavaş yavaş etrafında daha güzel yerler açılıyor ve cazibesini kaybediyor. Üniversitelerdeki güvenliğin artık bina güvenliğine gitmesi gerekiyor. Yani kampüs ana kapılarındaki güvenliğin artık fakültelerin binalarında bulunması gerekiyor. Üniversite ile halkın iç içe geçmesi gerekiyor.
Eğer üniversite dışından kişiler derslere girmek istiyorsa, akademisyenin onayına bağlı olarak derslere girebilmeli. Bu da engellenmemeli. Ben doktoramı yaparken yurtdışında evsizler giriyordu derslere. Hocayla çok güzel sohbetleri olurdu, çok güzel soruları olurdu.
Siz bu eylem planınızı ilk açıkladığınızda tıpkı İstanbul Üniversitesi’nin açık kapı politikasındaki gibi bazı tepkiler olmuştu. Cümleler tıpa tıp aynı oldu neredeyse: “Mülteciler kampüslere dolaşır, nargile yaparlar, derslere amcalar girer bizi rahatsız eder, mangal yapan dayılar gelir” gibi. Siz bu eleştirilere ne cevap vermek istersiniz? Kendi kişisel tecrübelerinizden de yola çıkarak neler söylemek istersiniz? Burası Türkiye, Avrupa’da Amerika’da olan burada işlemez tezine katılıyor musunuz?
Hayır katılmıyorum. Amerika’da ne oluyorsa burada da aynısı olur, olması gerekir. Hiçbir yerde kampüsler şehirden ayrı yerler değildir. Kapıları Nasrettin Hoca’nın türbesi gibidir. Ama bina güvenliği her yerde vardır. Eğer o binada yetkili değilseniz o binaya giremezsiniz.
Şu perspektifi biz öğrencilerimize oturtmak zorundayız: Üniversiteyi kazanmak güzel bir şey. Üniversitede dört sene eğitim almak güzel bir şey. Ama bu bir tatil yeri değil. Ayrıcalıklı olma zamanı değil. Hayata başlama zamanı.
Öğrencilerimize şu perspektifi sağlamalıyız: Üniversiteyi kazanmak başarı, kampüs hayatı güzel bir şey ama bunu biz neden yapıyoruz? Türkiye’de biz mezun olunca diploma töreni yapıyoruz. Amerika’da bunun adı “Commencement” yani başlangıç. Sana ‘hayata başlıyorsun’ deniliyor.
Ben eleştirileri anlıyorum ama hayata başlama eğer üniversiteye olacaksa biz daha zor başlayacağız. Öğrencilerin bunu anlaması lazım. Ligden düşen bir geminin içindeyiz. O yüzden hayatla üniversiteyi, ekonomi ile üniversiteyi hızlıca bir araya getirelim. Herkes farkındalığını ilk günden alsın. 4. senenin son döneminde ‘ben nasıl iş bulacağım’ demesin kimse ve üniversite hayatını ona göre şekillendirsin.
Bütün dünyada kampüsler açık, binalar kapalıdır. Hatta Google’ın kampüsüne gittiğinizde orada da rahatça dolaşırsınız ama binaya giremezsiniz. Bizim şirketlerimizin de kampüslerinin açılması lazım ama o daha sonraki bir tartışma…
Peki son olarak ABD’deki Filistin ile ilgili üniversite eylemlerini sormak istiyorum size. ABD’de sizin de bahsettiğiniz gibi kampüsler açık ve insanlar girip çıkabiliyor. Gazze’de yaşananların ardından ise öğrenciler tarafından kampüs bahçelerinde eylemler başladı. Bu eylemlerde yıllardır üniversiteye alınmayan polisler kampüslere alındı, öğrencilere ve akademisyenlere müdahale edildi. Türkiye’de üniversiteleri ve kampüsleri ABD ve Avrupa’dakiler gibi yapmalıyız derken acaba oradakiler bizim kampüslere mi benzedi? Ne söylemek istersiniz bu yaşananlarla ilgili?
ABD’deki Filistin ile ilgili üniversite eylemleri, karmaşık ve çok yönlü bir meseleyi gündeme getiriyor. Bir yandan, Filistinlilere yönelik İsrail politikalarına karşı farkındalık yaratmak ve değişim talep etmek için öğrencilerin barışçıl protesto hakkı, öte yandan, protestoların kampüslerde gerginlik ve bölünmeye yol açması, akademik özgürlüğü tehdit etmesi ve hatta şiddete dönüşmesi endişeleri de mevcut. Kampüslerde güvenliği ve düzeni sağlarken, öğrencilerin protesto ve gösteri hakkını da korumak için dengeyi konuşuluyor. Bu dengeyi kurmak için açık iletişim, şeffaflık ve katılımcılık öneriliyor.
Bu noktada benim bu konuyu siyasi irdelemekten öte mekanizmaların farkı üzerine konuşabilirim. Biz bir anlamda bu tip bir ayrılık çıkma ihtimaline karşı üniversiteleri toptan kapatıyoruz ama Amerika bu ihtimal belirince sadece devreye anlık olarak giriyor. Biz bir anlamda verimden ödün veriyoruz.
Müfredat da güncellendi. Bununla ilgili ne söylemek istersiniz?
Evet, yenilenmiş müfredatın etraflıca değerlendirmesini bir başka röportajda yapmak isterim.
Müfredatın da dijital, okul içi ve okul dışı eğitimi beraber düşünerek güncellenmesi hayatidir. 21.yy yetkinlikleri ile öğrencinin mutluluğu, dünya ölçeğinde başarısı ve akabinde ülkenin kalkınması temelinde olmalıdır. Bu beraberinde öğretmenlik ve okul tanımını da değiştirecek, zenginleştirecek ve ihtiyacı artıracaktır.
Burada şunu söyleyebilirim. Yükseköğretimden ve yurt içi ve yurt dışı istihdam piyasasından bağımsız ilköğretimin olmaması gerekir. Yükseköğretim süreci ilköğretim sürecine doğru difüze etmeli. Biz örneğin lise öğrenimini 3 yıla çekerek, erken yükseköğretim olarak tanımlamıştık. Liseye gelen öğrencide meslek nosyonun başlaması gerektiğini öngörmüştük. Ortaöğretimi 5 yıla çıkararak temel bilimlerde ve yabancı dillerde programlama dahil güçlü hale getirerek öğrencilerin her fırsata erişebilecek bir alt yapıyı almalarını istemiştik. 3 yaşından başlayacak ve hayat boyu sürecek bir eğitim sürecini hedeflemiştik. Her dönem sonunda da bir sonrakine devam etmeyenler için bir yıl staj veya çalışma koymuştuk. Ve buna Pi sayısı (3.14151…) gibi temel, evrensel ve sonsuz bir eğitim demiştik. Belki de ismi “Pi Eğitim Sistemi” olurdu. Bizim PISA ve TIMSS gibi listelerde hedefimizi gösterirdi.
Bu arada MEB ve YÖK’ün kendinden bağımsız çalışması da bu sürecin doğru çalışmasını engelleyen bir nokta, özerk üniversitelerle beraber üniversitelerin etraflarındaki ilköğretim ile iletişimi önemlidir.