Alex de Souza :
Alex tribünü müdavimi, hatta Fenerli veya futbol seyircisi olmak bile şart değil Türkçe yayınlanan Alex biyografisi bir yıldızın renkli hayatının yanı sıra empati duyulacak kişilikli bir adamın da hikayesi. Socrates dergisi Şubat 2017 sayısı kapak konusu da “İz bırakanlar unutulmaz” başlığıyla Alex idi.
Kitabı okumanın iki zorluğundan ilki biçimsel: “içindekiler” sayfası olmayan kitapta yegâne koordinat tespit yolu olarak sayfa altı bölüm başlıkları kalıyor okura. İçerikle ilgili yapısal zorluk: savaş muhabirliği dahi yapmış tecrübeli Hürriyet muhabiri Süleyman Arat’ı bile çaresiz bırakmış; Brezilya’nın kıta Avrupası büyüklüğünde olup, futbolcu isimlerine maçlardan aşina olsak da, Avrupa’nın ulus-devleti kadar eyalet devleti barındıran eyalet sisteminin küresel metropolleri hariç aşina olmadığımız eyalet, başkent ve kent isimleri. Bir de Brezilyalı okura göre yazılmış takım, semt, turnuva ve havaalanı isimleri karışınca labirente dönüşüyor. Alex vakası Türkiye kahramanı Hakan Bilal’in, Ankara’dan Anadolu ile Britanya mesafeleri arasında mekik dokuyuşunun ayrıntılarını yazıyor; Brezilyalı anlıyor da, yerlere aşina olmayan biz anlamıyoruz. Ama caymaya gerek yok. Brezilya ve Portekizce bilmeyen olarak benim başa çıkmam, akıcı hikayeye yatkın herkese ölçü olabilir. Socrates’in Şubat 2017 Alex sayısı Onur Erdem’in kendisiyle uzun söyleşisinin yanı sıra kitabın yazarı ve onu Türkiye’de durdurmuş yegâne rakip olarak Eskişehir’li Hürriyet Üçer’le “Yokluğuna alışamadım” başlıklı bir söyleşi de içeriyor.
Yönetim hatası erken veda:
Fener ve Türkiye’den ayrıldığı hafta Taraf’taki “neredeyse” köşeme mahçup yıldız içerikli, pozitif ayrımcılık motivasyonuyla hayat tecrübesi kıt küçükler tecrübeli büyükleri karşısında haklıdır diyen bir yazı yazmış, Beşiktaş’ın Yeşilçam kaçkını yakışıklı ve saha kadar dışarıda da dizgin tutmaz efsanesi Yusuf Tunaoğlu’nu ağabey sıfatıyla yatıştıran GS kökenli Gündüz Kılıç’tan örnekle o günün Fener’in de eksik olanın olgun ve tecrübeli bir büyük olduğuna değinmiştim.
Futbolcu, basketbolcu, atlet farketmez, sporun yıldızları Pele, Maradona, Cruyff, Arien Roben, Mark Spitz, Cobe Bryant, Alex de Souza, Hüseyin Bold, hatta sporların herhalde en meşakkatlisinin yıldızı Muhammed Ali olsun. okullu mesleklerin daha mektep dönemi yirmili yaşlarında olacaklarını çoktan olup hayranlık nesnesi popüler kahramanlara dönüşüyorlar. Bu yönetilmesi başlıbaşına ayrı beceri isteyen bir durum. Artık birkaç yılda “hoca” statüsüyle bu nitelikte birkaç düzine gencin tam yetkiyle kendilerine emanet edilmesine de alışıldı. İstatistiğini bilmeden gözlemim üniversitede kürsü/bölüm yönetme değil, sadece ders verme yetkisinin resmen alındığı doktora, Öğr.Gör/Y.Doç’lik yaş eşiğinin 30’lar civarı olduğu ki, ders veya atölyedeki muhattaplar değil, popüler kültür kahramanı olmak, genellikle bağımsız hayat kurmaları 5-10 yıl alacak seçilmişler. Sözel, sayısal ve doğal temel bilim statülü bölüm mezunları lise hocası olmak için bile formasyon eğitimi denen bir öğretmenlik becerisi eğitimine tâbi tutulurken aile haricinde futbolun iç dünyası ve çoğunluğu taşra mahallesi adabı dışında hayat tecrübesi ve görgüsü olmayabilen 25-30 yaşında sahadan henüz çekilmiş gençlere yılda milyonlarla ayda binlerle ölçülen lira veya dolarlar ödenen düzinelerle gencin, medrese/manastır misali profesyonel becerilerinden özel hayat disiplin ve terbiyelerine her şeyleri nasıl emanet ediliyor?..
Edilmesine ediliyor da sonuç da bu oluyor… Örnek niyetine asla değil: Abdullah Avci’yı uzaktan takdirin yanı sıra, sonra üniversiter bir ortamda şahsen de ayak-üstü tanıyıp benimsemiştim, Fener-Başakşehir maçı kulübeleri arasında, babasıyla dedesi arası görünen rakip meslektaşı Advocat’la ilişkisindeki nezaketsizliğe hayretimi kendimce, yabancılık mesafesine sığınması mazeretleriyle yatıştırabildim ancak. Ki, Avcı herkesin gözü üzerindeki milli takım emaneti yönetmiş, markası taze bir takıma büyüklerle aşık attırmış tecrübede bir eşik.
“Dünyanın en iyi takımına kaptanlık”tan Fener’e:
Tırnak arası Alex’in kalitesini soran gazeteciye 80’lerin beyaz Pele’si Zico’nun çıkışma cümlesi. Konumuza dönerken, futbolla ilgisiz okurlar için hızlı bir özet; Brezilya takımına kaptanlık da yapmış bir yıldız olan Alex de Souza uzunca bir takip ertesinde transfer edilip Fenerli olmuş ve geldiği sezon Fener stadı kulübe ve kamera tribünü karşısındaki sol çaprazındaki köşegeni L şeklinde saran kısmını seyirci iradesiyle Alex tribünü olarak andırtacak kadar benimsenmişti.
O tribünde bulunmadım, uzaktan izledim. Ailesine o bölümü zumlayan kameradan aşinaydık. Kolay tribün tahsis etmezler adama, performansı yarım yüzyılın Lefter-Can-Cemil-Rıdvan yıldız zincirini adıyla bitirtecek derecede oldu. Yıldızlıkla yetinmedi, takıma liderlik edip kaptan da oldu. Kontratındaki şampiyonluk şartını da yerine getirdi. başkan Aziz Yıldırım ve teknik direktör Aykut Kocaman’ın aynı safta olduğu 20013’deki bir ihtilaf, takımın, semtine heykeli dikilmiş yıldız kaptanını kulüpten ayırıp, gideni de kalanı da mahzun bıraktı.
Taraf’taki yazıma dönersek; yazıyı yazdırtan ânı hatırlarım: Öğle saati iki ayrı kanalda ihtilaflı taraflar olarak birinde O, diğerinde de Aziz Yıldırım konuşuyordu.
Tabii ki tok bir futbol yıldızının özgüvenini taşıyacaktı. Ama olgunluğu, mantığı ve cömertliğiyle büyük olan sanki oydu… Kulübede söz geçiremediği oğlunu darıltmak pahasına maça kızıyla gidişini anlatırken; öteki kanalda, inşaatlar, işler kurmuş, Fener’e başkan olmuş dedesi yaşındaki adam “..dedi ki… dedim ki..” üslubuyla dedikodu tınılı sıkıcı hikayeler anlatarak onu kamuoyuna şikayet ediyordu.
Alex Fener’de:
Sırf biz değil, Fener’i seyreden ve Alex’in olgun becerisinin sahalarımıza kattıklarının tadına varıp payını almış herkes bu hazzı; tabii onu gündeme getirmiş teknik direktör Daum ve başta başkan tüm yönetimin dirayetli desteği eşliğinde becerikli ve takipçi işinsanı Hakan Bilal’e borçlu bu hazzı:
“2004 Şubatında ilk teklif geldi üç yıllık bir sözleşme ve bir sürü para..‘istemiyorum,gelmiyorum.’ dedim…” Sonra Brezilya müdavimi olacak Hakan Bilal takibi:
“20003’te tanıdım Alex’i menajeri Juan Figer’in ofisinde karşılaştık, konuşmaya hiç katılmadı, sadece dinledi. Meselenin para olmadığını fark ettim. Takımla arasında oluşabilecek sinerjiyi açıklamak, onu ikna etmek zorundaydım.. Konuşmalarımızın yüzde onu parayla ilgiliydi; geri kalanı onu Türkiye’ye iknaya yönelikti.”(s.144)
“…Bilal, İstanbul’un New York’tan daha iyi bir şehir olduğunu söylüyordu, çünkü ABD’de Fener yok.”
İlk keşif ziyareti ertesi eşi Dai ile telefon: “Şehir muhteşem ve sokakları çocuk dolu… Avrupa izlenimim sokaklarında sade yaşlıların gezdiği Parma’dan ibaret olduğundan böyle söylemiştim. Batılı, modern sokaklarında gösterişli insanların dolaştığı güneşli bir şehir, Brezilya’yla karşılaştırırsak Rio de Jenerio gibi bir şehir.. Yalan söylememiştim ilk görüşte hayran kaldım. Müslüman kültürle ilgili de dini bayramlar ve namaz saatleri var. Ramazan ayında futbolcular oruç tutuyor, ama aşırıya kaçmadan. Örneğin burka gibi insanı şoke eden şeyler yok. İslam dünyasında bu gelenek çok yaygın. İstanbul, Doğu ve Batı karışımı. Çok dindar insanlar da var, çok dindar olmayanlar da, hiç dindar olmayanlar da” (s.148) Ardından kayınvalide eşliğinde ailece göç. İlk günler Swiss-otel; “İlk kahvaltıda Fenerbahçe’nin yeni yıldızına hizmet eden garsonların mutluluğu gözlerinden okunuyordu….”
“Palmerias’lı oyuncuların eksiklik hissetmeyecekleri bir altyapı vardı. Cruzeiro da çok güzeldi. Fakat Fenerbahçe.. Kulüp olarak daha önce böyle bir şey görmedim… Ekipte fizyolog, beslenme uzmanı ve psikolog olmasına alışmıştım. Türkiye’de bunların hiçbiri yoktu. Sadece bir fizik çalıştırıcı, yardımcısı, bir kaleci antrenörü, bir teknik direktör ve teknik direktörün yardımcıları. Bunun dışında doktor, masör ve fizik tedavi uzmanı. Hepsi bu.”(s.150). Dai de kendi soruşturmasını Nobre’nin eşi aracılığıyla yapmıştı. “Sakin olmamı söyledi Müslümanlarla dolu bir çöle gittiğimi sanıyordum. Neyle karşılaşacağıma dair hiçhiçbir fikrim yoktu. ‘Türkler bebeklere bayılır.’ dedi. Hatta bize çok iyi bir çocuk doktoru buldu.” Geldiklerinde kulübün çevirmeni kızları Maria’nın tokasındaki orada uğur sembolü el işaretinin burada müstehçen olduğunu hatırlatmış. Tüm yabancılık o kadar..(s.149)
Futbolda istatistik ve yorum :
Üstelik de gelişi, bir şanssızlığa da rastlamıştı. Tam takımın epeydir hasret kaldığı angaje, şuurlu ve benimsenmiş bir lider olarak van Hojdonk’u bulmasına rastlamıştı transferi.
Bir ipte iki cambaz klişesiyle değil, keskin bir kadro/sistem denklemi analizini olmayana-ergi zincirine sürükleyerek script yazarcasına ilk Mehmet Demirkol gazete yazısında keşfetmişti birinin fazla geleceğini. Keşke yönetimlerin böyle yaratıcı analizlerle beslenecek kapasiteleri olsa da gerçekçi vizyon diye bir yaratıcılık mevhumu semtlerine uğrasa. Mümkünse iş işten geçmeden geleceğin olası eğilimini kestirmek tercih edilir değil midir? Bir asır öncenin köhne pozitivizmi mahsulü maç istatistikleri tutmayı sektör haline getiren, kulüplerin bu enformasyon kirliliğine ödediği bedeller Demirkol gibilerin, Alex’i takıma dahil etme (demek ki o milyon dolarları harcama: bütçe yönetimi) zamanlamasına yön verecek analizleri lafları ciklet misali uzatmaya yarayan o istatistatistiklerden ve hakem hatası avcılığı tekrarlardan daha kullanışlı ve zihin açıcı olmaz mıydı?
Belki van Hojdonk’un kursağımızda kalmışlığını Avrupa maçı yorumlarıyla telafi eden bir nostalji nesnesi olmaktan çıkarıp canlı hatıralarımızı uzatacak bir işlevi olabilirdi Alex’i bir-iki dönem geciktirmenin. Üstelik birlikte yapacaklarından da mahrum kaldık.
O başarıya yazgılı şuurlu hırsıyla zaten er veya geç olacağını olurdu nasılsa… O düzenli istatistik tutan işletmelere ayrılan bütçelerin küçük bir kısmını nitelikli ve hedefe (vizyona) dönük raporlara ayırmak yetecektir eminim akılcı yönetimlere doğru eşik atlatmaya. Nerede mi o yorumcular? Agatha Christie ve Komiser Kolombo senaryosu misali en son akla getirilecek en aşikâr yer olan ortalıkta. Demirkol yılardır neredeyse maddeci diyebileceğim bir teknik ve üslupla o haftanın Fener maçını yazıyordu. Her seferinde bu şekliyle örtüşmesi de şart değil, Demirkol’un profesyonelizminin aksi bir mahalle nostaljisi angajmanını ideolojik tınılı büyük ve yıldız hasımlığına dönüştürmüş Tanıl Bora sade tribün yoklamasını tuttuğu Gençlebirliği ve muadili başaltı takımlar için değil, büyüğü, küçüğüyle amatör ve otantik hırsın gerektirdiği her durumun ideal parlak yorumcu vizyoneri olacaktır eminim. 60’ların Ercan&Yılmaz, Yasin&Gökmen misali mahalle arası çocuk yıldız adayı kâşifi Ali Mortaş’larının günümüz karşılıkları nerede? İstanbulspor’u kuluçka gibi kullandırıp büyüklerin gelecekteki omurgalarını hazırlamıştı. Kastettiğim tür yaratıcı akılcı yorumun da duyu/duygu ağırlıklı tecrübenin de ölçütü baştan konmuş garantili hedef yönelimli sonuç beklentisi olamaz. O nedenle lafı program yazılım terimi script’le açıp, müfredata gelmez görgü ve sezgi donanımlı tecrübeye bağladım. Profesyonel akıl kadar insani tecrübeyle de olur. Bilgisayarsız da çok parametreli düşünüp anlayıp, yorumlamak mümkün dünyayı. Futbol, siyaset, işletme, proje farketmez, tarihsel, maddeci bir dünyaya açıklık yeter. Sol-kantin jargonuyla “somut şartların somut tahlili” için ki, gerçekçilik, pozitivizmin sözde bilimi ya da gerçekçi edebiyat geleneğinin yavanlığından fazla olmaya her niyetlendiğinde somutun bu olumsal (contingent) eşiğiyle yüzleşti zaten hep… Bağış Erten’i saymadım daha, zaten bu kadar tanınmışları da şart değil, Socrates dergisinin kulak dolgunu mavi/beyaz yakalı çalışanı, hatta müdavimi olmak bile bileyetecektir futbola bu zihinle bakmaya. Lafı buralara getirdikten sonra Alex ve kitabından daha da fazla uzak kalamayız:
Kitap ve son:
Kitap futbolla tamamen alakasız kâdim bir dostun “Bu adamı hep senden duydum.” notlu hediyesi olarak elime geçti. Fener’den/Türkiye’den ayrılışı sonrası ilk ropörtajı yapmak üzere hiç bilmediği Brezilya’ya, varacağı yeri bilmeden ve randevusu olmadan, gidip kendini tanımadığı eyaletlerle, kentlerde şuursuzca sürüklenirken birinin ıssız havaalanında bitkin, aç-bilaç, dilsiz şekilde bulan Hürriyet muhabiri Süleyman Arat’ın casus filmi tempolu tekinsiz öyküsüyle açılıyor. Sade Alex’i değil, tercümanı Samet’i de neden sevdiğimizi hemen anlıyoruz.
“Bana ne” demeyip Brezilya’nın bambaşka bir yerine kendisi de yeni inmiş yıldızı yerel cebinden bulması yetmiş onun da gidip çaresiz muhabiri bitap, dilsiz ve yapayalnız kayıp bir kentin havaalanındaki hamburger kuyruğunda bulup kucaklamasına. Peşine düştüğü adam şakacı bir hediye olup, ensesine yediği şaplak ve “Sen ne arıyor burada baba?” sorusuyla dikilmiş karşısına.(s.14)
Zaten Samet’le ilk karşılaşması da çok romantik. İş randevsuyla değil, forma imza kuyruğuna girerek sürpriz Portekizcesiyle dikilmiş ilk defa karşısına.
Hediyenin Alex’in âlicenap kişiliğinin parçası olduğunu sonra başkalarından da duyuyoruz. Luciano babasının ziyaretlerinde gol atıp sevindirmek istediğinde serbest vuruş öncesinde rica ederek kendisine kestirterek beş kafa golü atmış babası hatırına. “Topu eliyle atıyormuş sanki”. Futbol okulundaki ilk teknik direktörü Çapacava geldiğinde de kulübe arkasındaki koltuğa oturtup formasını atmış tam eline. Adam da civarındakilere kaptırmayıp hak etmiş hediyeyi.
Hayatı Brezilyalı yıldız dendi mi beklenecek hikaye, emekçi ailenin ilk çocuğu olarak vaftiz ana-babaanne büyütüyor… Tanıl Bora’nın bayılacağı mahalle futbolu otantisitesi hikaye hemen başlıyor, 6 yaşında top cambazlığıyla bahis oynatan lunaparkçıyı bezdirişi, babası ve amcaları torpiliyle çocukken onların mahalle takımına girişi, ilk taktisyeni babasının solunla rahat geçip-gideceğin sol kanada yakın oyna tavsiyesi, babaanneyi bezdirmiş çamurlu pabuç ve elbiseler. Üç teyzesiyle birlikte oynadığı mahalle takımının kalecisi bir anne. Kısacası Brezilya’nın gecekondusu favela’da futbolla başlayan yaşam.
Hızlı gidersek kendini ilk göstereceği yerel takım Coritiba, ardından 20 yaşında (1997) metropole ait küresel takım Palmerias Sao Paolo’da metropol hayatına ve arkada kalmış sevgili Dai’ye hasrete alışma.
Aklı birkaç kez görüştüğü Real ve Barca’dayken kulübünün iş partneri oluşu zorlamasıyla tipik İtalya görgülü kentten pek anlamayıp taşra tenhalığı ve enerjisizliğine takılıp kaldığı gönülsüz Parma serüveni.
Sadede gelirsek Fener hikayesi de çetrefil, hızlı başlıyor: 5 Ağustos 2006’da Kayseri-Erciyes’e 6 gollü galibiyet, gollerin üçü onun.
Başla son arası:
Zico’nun gelişi tabii ki takım kadar onun için de bir eşik: Futbolculuğuna o kadar hayran ki ilk karşılaşmalarında dili tutulup konuşamıyor. Tâ ki, yılbaşını birlikte geçirip onun 80’ler futbolcusu efsaneliğini unutturacak manzara olarak evinde kendi çocuklarıya birarada görene kadar. Zico’nun asıl derdi de eşlerinin alışveriş kankalığıyla bile kapanmayan bu çocukça hayranlık mesafesi, çünkü o post-futbolcu teknik adamlığı beğenilsin istiyor. Ama bir ültimatom değil, insanca, dostça bir talep olarak yansıyor Alex’e.
Zaten Zico o çocuksuluğu paylaşamayacak kasıntı bir star eskisi de değilmiş. Alex’i ilk serbest vuruş [free-kick] çalıştırışında “sen at da görelim.” edâsıyla meydan okucasına kendisine takılan kaleci Volkan’ı pozisyonunun rutini bir patronaj ve/ya maço otoritesiyle değil, Orson Welles taklidi, “toyluğu bilirim, olgunluğu bilmezsin.” çalımıyla bile değil, bahsi yükseltmek yerine, iki çaresiz bırakan vuruşla yanıtlamakla; lâdes türü yatıştırıcı bir iddia alanına çekerek konuyu kapatmış oluyor. “Sonuçta ikimiz de birer futbolcuyuz, ne eksik ne de fazla!” demesine gerek kalmamış.
Alex, çocukça hayranlığı bırakıp, yetişkin ilişkisine girerken, hatta taktisyenlik iddiasında olmayıp oyun ve top tekniğine ağırlık verişinden hayal kırıklığına bile uğrarken bu kez de Zico ona hayran olup kitabın arka kapağına şunları yazmış:
Peki ya Aykut Kocaman? Bu kadar konuşup en merak edilen konuyu geçiştirmek olmaz: Kırılan kolun yen içinde kalmasının alaturka ve taşralı çeşitlemeleriyle hiç oyalanmayalım…
Her kuşaktan kabuğunu yırtmak için şartları zorlayan enerjik gencine dünyayı zindan etmiş klişesi “ Burası Türkiye, burada sökmez… ” onun da dikilmiş karşısına. Daha çok ve sıkı idman talebine bu yanıtı almaya hazır olmaması yeterince Türk olmadığının da emâresi sayılabilir.
“Yok. Bu işte bir yanlışlık var diyordum. Daha iyi olmak için çalışmak gerek. Sizde tutku, para ve futbol çılgınlığı var. ‘Brezilya’da bu olur, fakat burada olmaz Alex, yürümez… Mümkün değil, burası Türkiye’ Bunu duymak beni öfkelendiriyordu.”(s.250) Gerçekten dokunmuş ki Socrates’te Onur Erdem’e verdiği söyleşide de çizmiş altını(s.58). Ama “Aykut hoca beni kıskanıyor demek yanlış hareketti, pişmanlık duyuyorum.” demeyi de ihmal etmemiş. (s.64) Ardından “Yaşarken heykeli dikilip iki hafta sonra gönderilen tek oyuncuyum..”(s65)’u da ihmal etmeden.
Eminim Kocaman’ın da talebeliğinde veya başarılı sporcu yaşamında muhtemelen başına gelmiştir. Mesela atletken skorunu zorlamak istediğinde orta yaşlı hımbıl bir kondüsyoneri “Fazla zorlama! Boşuna değil bizden onlarca yıldır skorer atlet çıkmaması; bir kendi, bir de Afrikalı siyahların gövdelerine bak anlarsın! Sana mı kaldı makus talihi yenmek?” derken hayal etmek hiçbirimiz için güç olmasa gerek. Birinci çoğul şahıs “Biz..” hayırsız bir sözün başlangıcıdır genelde. Uğursuz bir alışkanlığı neredeyse övünerek kendine maletmenin başlangıcıdır. “Bizde ..yok” da onun tersine çevrilmiş ezik ve kavruk klişesi olmadı mı zaten?
Bir yıldız futbolcu hikayesi okumanın insanın yıllarca kimseye dinletemediği; “Bunca teknik adam gelip-gitti, biri de başarısız olacağı belli pahalı santrfor transferi yerine gol kralı Semih’i ilk onbire koymayı akıl edemedi.” benzeri yavan fikirlerini, oyun seyrine tat katmış bir yıldızdan duymak gibi özgüven besleyici bir keyfi de oluyor. Gol kralı demişken, Fener’in ilk yabancı gol kralıydı.
Yıldız özgüveniyle olsa gerek; ”… Aykut hoca beni kıskanıyor demek yanlış hareketti, pişmanlık duyuyorum.” demeyi de ihmal etmemiş. (s.64) ardından da “Belki yaşarken heykeli dikilip iki hafta sonra gönderilen tek oyuncuyum…”(s65)’u da ihmal etmeden.
Futbol bilgesi Aragones’in ailelerin kulübe girme yasağına mana verememiş ama sonraki anlayışlı tutumundan teselli bulmuş. Kaptanlığın maç günü o gelmeden sofraya oturup-kalkmayı yasaklayan statüsü şaşırtmış. Doğrusu ya Ümit Özat’ı insanlığıyla da benimsemişler olarak bu statüyü taşıyış şekli de bizleri şaşırtıyor. Birazdan kıyasıya dayanışacağı arkadaşlarından utanmayan bir pederşahiliği nasıl benimser uzaktan sevecen bellediğimiz biri?
Türkiye’deki itibarının ve buraya alışıp benimsediğinin farkındaydık da dereceleriyle ilgili detaylar da çok kitapta…
Yıldız yarıştırma rakibi değil, dostu olduğu van Hojdonk şöyle açıklamış yediden yetmişe fethettiği gönüllerin sırrını: “Değerleri halkın değerlerine uygun düşüyordu. Teknik özellikleri dışında ülkeyle özdeşleşti. O, ailesi ve Türk ulusu arasında bir sinerji oluştu. Her büyükannenin sahip olmak istediği bir torun, herhangi bir annenin sahip olmaya can atacağı çocuktu. Ve çocuk hekimi Mine Kandemir’e göre herhangi bir babadan fazlasıydı…”
Saç kestirince para ödemez, alırmış. Tribün müdavimi eşi Dai (Daiane) son maç ertesi şampiyonluk kutlamalarında birlikte olmak için tribünden aşağı telefon açtığında, biz otobüsle gideceğiz sen konvoylara katıl, seni bulur, otobüse çağrırım yanıtı alıp, David ve iki Türk arkadaşıyla soluğu Bağdat Caddesi’nde alıyor. Kadıköylüler bilir, Fener şamiyonluğu ertesi Cadde’nin trafiği de saaterce kitleyen nasıl bir mahşeri ceheneme döndüğünü. Hangi Türk futbolcu güvenir o curcunada eşini bulup coşkunun odağı bir takım otobüsüne çekip alabileceğine? Maço olmayışı geçelim, bayrak-kaşkol-flamalı taraftarla doluverir otobüs. Brezilyalı karnaaval alışkanığyla açıklanamaz. Dilini bilmediği bir yerde tereyağdan kıl çekercesine yaşamaya alışık olmayı gerektirir. Nitekim buluşuyorlar da. Haydi Alex’in işi bu, alştı, ya eşi Dai? Çoğu fahiş fiyatlı yıldız ailesinin alışamayıp dönüğünü duyarız…
O da zaten şeytan tüylü bir Latino güzelinden fazlaymış, sosyetede Türkiye’nin Victorie Beckham’ı diye nam salsa da ne halkla ilişkiler, yönetim veya eş-dost manipülasyonu ne de taraftar örgütlenmesi ürünü Alex trübününün - Advertisment -