Marksizmin Başarısızlığı’nın (13 Mayıs) nedenlerini kurcalıyordum. Bir, demiştim, eşitsiz gelişime de, çoklu belirlenimlere de yer bırakmayan, fazla homojen ve eşanlı bir kapitalist gelişme vizyonu. Evrensel işçi sınıfı devrimi projesini, bu aşırı çizgisel ve yüzeysel varsayımlara dayandırması. Ama tarihin pek böyle gelişmemesi; bu tekdüzeleşmenin bugüne kadar da gerçekleşmemesi. Buna rağmen, iki, devrimi “tek yol” görme ve göstermede ısrar. Bu uğurda, bilimselleştirici ve evrenselleştirici, muazzam bir teorinin inşası. Ama ampirik temelinin olmaması. Bir tek Fransız Devrimi etrafında oluşturulan kurgunun, tarihin hep devrimlerle ilerlediği ve ilerleyeceği iddiasına yetmemesi. Realite ile bağdaşmamasını giderememesi, açıklayamaması.
Oradan devam ediyorum. Zaten hepsi aynı zincirin değişik halkaları. (3) Sistemik sektarizm: toptan red. Herhangi bir muhaliflik değildi Marksizminki. Belirli bir iktidara ve politikalarına muhalefetle kalmıyordu. Total muhalifti, bizatihi sisteme muhalifti. Bunu da “burjuvazi” ve “burjuvaziyi devirmek” gibi soyut ve müphem kavramlarla ifade ediyordu. Bu anlamda sekterdi; civarındaki, rakip gördüğü diğer sol akımlara karşı sekter olmakla kalmıyordu (gerçi bu da vardı ve Leninizmle doruğa çıkacaktı); daha genel, mutlak ve kronik bir sektarizmivardı, “mevcut düzen”a karşı. Bu toplumda değil başka bir toplumda yaşamak istiyordu.Umudunu, alabildiğine farklı (öyle olacak diye anlattığı) bir geleceğe bağlıyordu. Olanca mutluluk vaadiyle sosyalizm, büyük tektanrıcı dinlerin Ölümden Sonra Hayat’ına, Sonsuz Öbür Dünya’sına karşılık geliyordu. 1848’den bugüne: sonraki 175 yıl boyunca bu sistemik sektarizm, mevcut hayatı (kapitalizmi) yaşamak ve yönetmek konusunda Marksist solun hep görece geri, acemi, eğreti, yabancı kalması ve hissetmesine, “bu bizim işimiz değil” dercesine pozitif öneri ve projeler geliştirememesine yol açacaktı.
Buna bağlı olarak (4) Çatışmacılık. Marksizm, topluma sırf çatışmacı gözlüklerle baktı. Sadece çelişmeleri, farklı sınıfları, aralarındaki çatışma unsurlarını gördü ve öne çıkardı.Çünkü aprioristti: daha baştan devrimseverdi; bu çelişmelerin patlayıp devrime yol açmasını istiyordu. Buna karşılık aynı apriorizmle, insanları bir arada tutan, birbirine bağlayan ve bir arada yaşamalarını sağlayan (dil, din, kültür, ideoloji gibi) faktörlerden hoşlanmıyordu. Bütün sosyal dayanışma örüntü ve pratiklerini önemsemiyor, görmezlikten geliyordu. Çünkü bunlar devrime engeldi. Sınıfların ve sınıf mücadelesinin netleşmesini, çelişmelerin keskinleşmesini önleyici bir “yanlış bilinç” rolü oynuyordu.
Bugün geriye baktığımda, “alışkanlıkların gücü”nü, Bourdieu’nün habitus’unu yok sayması çok ilginç geliyor Marksizmin. 4 Temmuz 1776’da yayınlanan Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi’nin yazarları (Thomas Jefferson ve diğerleri), devrim yapmanın ne kadar zor olduğunun farkındaydı. “Müesses yönetimleri, hafif ve geçici nedenlerle değiştirme”yi onaylamıyorlardı: çünkü tecrübe, “kötülükler dayanılır kaldığı sürece, insanlığın, kendilerini kurtarmak için alışkın olduğu kalıpları kaldırıp atmaktansa, kötülüğe tahammül etmeye yatkın olduğunu gösteriyor”du. Buna karşılık Marx’ın ünlü 1859 Önsöz’ünde, insanların sosyal varlıklarını üretme sürecinde birbirleriyle “üretim ilişkileri”ne girdikleri vurgulanıyor, ama başka ne gibi ilişkilere girdiklerine hiç değinilmiyordu. Marksist sosyolojinin yoktu, olmadı böyle bir “alışkanlıkların gücü” kaygısı. Kültür, kimlik, aidiyet, mahalle… üstyapılara yazılmak suretiyle, ekonomi, mülkiyet ve sınıflar yanında hep hafifsendi. Ya da şöyle diyelim: Marksizm için kapitalizm, bizatihi dayanılmaz bir kötülük oldu. Derhal ve kestirmeden, öyle tanımlandı. Onun için, “insanlığın… alışkın olduğu kalıplar”dan kolayca vazgeçeceğini — ve ne uğruna? henüz tamamen muhayyel, somutlanmamış, o sırada hiçbir örneği olmayan bir sosyalizm uğruna vazgeçeceğini — tasavvur edebiliyorlardı.
Bu monist mutlakçılığın başka payandaları da vardı. Bir ayağında (5) demokrasinin inkârı, bir ayağında (6) reformların inkârı, bir diğer ayağında (7) vatan ve millet bağlarının inkârı yer alıyordu. Hepsi içiçeydi, birbirini tamamlayan dogmatik varsayımlardı. Öncelikle demokrasi, Marx ve Engels için bir aldatmacadan ibaretti. Fakat nasıl olurdu? En azından Fransız Devriminde halk, monarşi ve aristokrasiye karşı cumhuriyet ve demokrasi için savaşmamış mıydı? Bu kadar hızla eskimiş olabilir, bu kadar kolay “iptal” edilebilir miydi demokrasi tutkusu? Evet, temsilî demokrasi 19. yüzyıl ortaları ve ikinci yarısında henüz ilkeldi, güdüktü, sakattı, çeşitli eşitsizlik ve kısıtlamalarla malûldü. Evet, Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850 (1850) ve Louis Bonaparte’in 18 Brumaire Hükümet Darbesi (1852) gibi güncel tarih çalışmalarında gözlediği ve adamakıllı eleştirdiği üzere, çeşitli kumpaslara, hilelere, komplolara, manipülasyonlara açıktı. Ama bu geçiciydi; işçi sınıfı bu şekilde, bu kadar aldatılabiliyorsa, biraz da kendi siyasî zayıflığı ve tecrübesizliğinden, örgütsüzlüğünden kaynaklanıyordu. Daha genel olarak, bütün kamuoyunun hamlığı ve naifliği söz konusuydu. Madalyonun diğer yüzünde, demokrasi aynı zamanda gelişiyordu ve (tabii mücadeleci bir çizgiyle) daha da gelişebileceği ortadaydı. Ne ki, Marksist teorinin toptancı “burjuva demokrasisi” horlaması, normal siyaset yapmayı zorlaştırıyor; “sınıf düşmanları”yla (bu kavrama döneceğim) demokratik diyaloglara girmeyi (ve bunu teorik planda savunmayı) neredeyse Kiliseden aforoz edilmeyi gerektiren bir günaha dönüştürüyordu.
Oysa bu olanaktan yararlanıp meclise seçilmek; gerek genel olarak demokrasinin sınırlarını genişletmek, gerekse işçi sınıfının yaşama ve çalışma koşullarını iyileştirici reformlar çıkarmak pekâlâ mümkündü. Nitekim pratikte, yeni kurulan pek çok sol parti bu yolu tutuyordu. Henüz farkına varmadıkları bir çelişmenin üzerinde oturuyorlardı. Hem uzun vâdede devrim fikrine angajeydiler, hem de varlıklarını işçi oylarına borçluydular. Peki, ne yapacaklardı devrim olmuyorsa? Olmuyordu da nitekim. Komünist Manifesto’nun, eli kulağında olduğu izlenimini verdiği işçi sınıfı devrimi gelmiyordu bir türlü. Tersine; 1848 dalgası geri çekilirken, Hobsbawm’ın Sermaye Çağı (1848-1875) diye adlandırdığı ilk göreli refah ve istikrar dönemine girilmişti. Proleterlerin “zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmadığı” doğru değildi artık. Ekonomik büyüme, verimlilik ve gelir artışlarının emekçilere de yayılmasının koşullarını hazırlıyor; bu zeminde, sosyalist ve sosyal demokrat partilerin somut, spesifik hak mücadeleleri işçi sınıfı lehine önemli kazanımlar sağlıyordu. Fakat ne garip, Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde bile, reformlara sosyo-ekonomik (sınıfsal) çelişmeleri yumuşatıyor, dolayısıyla devrimi geciktiriyor diye karşı çıkanlar vardı. 1960’lar ve 70’lerde Türkiye’de de aynen yaşandı bu. (Mealen) “Kriz iyidir, yoksulluk iyidir, devletin zulmü iyidir, çünkü çelişmeler keskinleşiyor” kafası solda hayli yaygınlık kazandı. Memleketin özellikle 12 Eylül felâketine sürüklenmesinde önemli rol oynadı.
Nihayet şunu da kaydetmeliyim, yukarıdaki sıralamadaki (7) vatan ve millet meselesi bağlamında. İşçi sınıfının vatanının olmadığı, lâfzî düzeyde de kalsa, Marksizmin büyük yanlışlarından biriydi. Milliyetçiliğin küçümsenmesiyle elele gitti. Fransız Devriminindoğurduğu üç büyük ideoloji içinde sosyalizm, Marksist varyantıyla, en çok liberalizmi düşman belledi. Kendisini özel mülkiyet ve piyasa düşmanlığıyla tanımladı. Bunu, kapitalizmin esas ideolojik üstyapısı olarak konumlandırdı. Liberalizmin siyasî boyutunu (meselâ J. S. Mill’in On Liberty’sindeki özgürlük savunusunu) ise, demin değindiğim “burjuva demokrasisi” karşıtlığıyla birlikte es geçti. Üçüncü büyük ideoloji, yani nasyonalizm üzerinde ise, yanlıştır demek dışında pek durmadı. Kapitalizme hasrettiği olanca ideolojik didiklemeyi milliyetçilikten esirgedi.
Bu, gene yukarıda (4)’te değindiğim, toplumları birleştiren bağların görmezlikten gelinmesiyle de elele gitti. Vatanları pekâlâ vardı işçilerin. Ülkeleri, milletleri vardı. Dilleri, dinleri, kültür ve alt-kültürleri vardı. Bunlar “yanlış bilinç” (false consciousness) diye silinip atılamazdı. Hepsi gözetilebilmeliydi. Solcular milliyetçi olmalıydı demiyorum; kültür, kimlik, aidiyet ve milliyet konularında çok daha sofistike olmalıydılar. Yıllar sonra Dimitrov, Komintern’in 1935’teki VII. Kongre’sine (iş işten geçtikten çok sonra) sunduğu raporda, faşistlerin millî kültür ve tarihi nasıl çarpıtıp kullandıklarını anlatacaktı. Klasik Marksizm buna ciddî bir alternatif sunamadı. Marksizmin enternasyonalizmi fazla soyut ve ilkesel kaldı. Bu ilkesel enternasyonalizm de, (14a) girişimde anlattığım gibi, sanayi kapitalizminin “eşit gelişimi” (düzleyiciliği ve homojenleştiriciliği) beklentisine dayandırıldı. Öyle olmadı. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın büyük bölümünde politika, ulus-devletler çerçevesinde yapılmaya; demokrasi ve reform mücadeleleri gene ulus-devletlerin içinde verilmeye devam etti. Sonuçta Avrupa Birliği, proleter enternasyonalizminin değil burjuva enternasyonalizminin bir projesi (ve başarısı) oldu.
Ve (8) sınıfçılık, sınıfsal indirgemecilik. Bu, daha Marksizmin Marksizm olmadan önceki devrimseverlik aşamasında mündemiç. Çünkü öncelikle programı değil, öncelikle devrimi yapacak ajanı, aktörü, faili arıyorlar. Bir ölçüde, aktöre göre metnini belirliyorlar. Devrimi işçi sınıfı yapacak. Devrim, proletarya devrimi olacak. Neden sırf işçi sınıfı? Yani neden daha geniş ve kapsamlı bir özne değil de sadece işçi sınıfı? İşçi sınıfı büyük, işçi sınıfı güçlü… işçi sınıfı tümüyle mülksüz. Dolayısıyla en devrimci ve mutlak devrimci kabul ediliyor. Kritik mesele bu. İşçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yok (Komünist Manifesto). Öyle sanılıyor — kaybedilebilirlikler sırf maddiyat (mal mülk) gibi görüldüğünden. Yukarıda (4)’te, “alışkanlıkların gücü”nden giderek değindim, bunun böyle olmadığına. Devrim gerçekten müthiş (güzelleme olarak değil, kelime anlamıyla). Korkutuyor insanları. Sadece “burjuvazi”yi değil, hemen herkesi korkutuyor. Sınıf savaşı korkusu var. Mülksüzleşme korkusu var. Kaos ve keyfî şiddet korkusu var. “Bu sokak güruhu, çapulcular, yoksullar, baldırıçıplaklar öldürecek, yakıp yıkacak, varımıza yoğumuza el koyacak.” Marksizmin kendisi bunlarla korkutarak zuhur ediyor. Tek başına işçi sınıfının ve sert, yontulmamış, yumuşatılmamış bir sosyalist kollektivizm programının zafere yeteceğine inanıyor. Uzun süre, bir “sınıfa karşı sınıf” (classe-contre-classe) vizyonuyla yetiniyor. İttifaklar, birleşik cepheler hep sonradan geliyor. Bir adım ötede, temel programın yontulması ve yumuşatılması, ancak 20. yüzyılda sosyalizm – komünizm kopuşuyla geliyor. Başka bir deyişle, (Leninist) devrimciler eliyle değil, Tek Yol Devrim’i reddeden reformcular eliyle geliyor. Bir bakıma onlar, daha 19. yüzyılda olması gerekeni temsil ediyor.
Peki, bundan sonra işçi sınıfı devrimi olur mu? Hayır, olmaz. Mümkün değil. Çünkü işçi sınıfı, 19. yüzyıl işçi sınıfı değil artık (bkz André Gorz, Elveda Proletarya, 1980). Çünkü itiraz ve değişim talebi, artık illâ mavi yakalı sanayi işçilerinden değil, (onlar da dahil) toplumun başka ve çok çeşitli kesimlerinden geliyor. Dolayısıyla bu sorunun cevabı, Marx’ın vizyonunun ne kadar 19. yüzyılla kaim olduğunun — ne kadar, 19. yüzyıl realitelerini (bir bölümünü) kalıcı farzettiğinin, bir kere daha altını çiziyor.
Ve bu faslın sonu. (9) Diktatörlük, diktatörcülük. Çünkü bir anormal siyaset mecrası olarak devrim, karşı-devrimle birlikte çıkageliyor (diyalektiğin ironisi). Normal demokratik siyasette, seçimler olur; kazanan gelir, kaybeden gider. Bir sonraki seçimde durum belki tersine döner. Ama gelen gideni ezmeye, yoketmeye, geri dönemeyecek hale getirmeye kalkmaz (demokrasiden diktatörlük yönünde sapmalar hariç).
Devrim böyle değil. Devrimin kendisi anormal yöntemlerle: şiddet ve cebir yoluyla gerçekleştiği, proletarya “sınıf düşmanları”na karşı “sınıf savaşı” verdiği için (bizatihi bu terminoloji ne kadar militarist!), karşı-devrimi de kendi eliyle sahneye dâvet ediyor. Dolayısıyla ilk andan itibaren karşı-devrim korkusu içinde yaşıyor; iktidara yapışıyor ve devrilmemek için her çareye başvuruyor. Bu da, Jakobenlerden itibaren devrimci diktatörlük pratiği ve teorisini beraberinde getiriyor. Marksizmin “proletarya diktatörlüğü” kavramı, Robespierre ve Saint-Just’ün devamı. Stalin’in 1936-38 Moskova Duruşmaları (ve başsavcısı Andrey Vişinski), Kamu Selâmeti Komitesi’nin devamı. Şu farkla ki, sosyalist devrimin tabiatı icabı, Marksizm habire kapsamını genişletip süresini uzatıyor, karşı-devrim endişesiyle gerekçelendirilen devrimci diktatörlüğün. Sadece belirli bir örgütlü gücün (faraza Beyazların) Sovyet (veya Çin) rejimini ayaklanma veya iç savaş yoluyla devirmesi değil korkulan. Asıl tehlike, olanca sisli, bulutumsu haliyle kapitalizmin restorasyonu. Ne süreyle mevcut? Marx’tan Lenin’e, Lenin’den Stalin’e, sonra Mao’ya, habire belirsiz bir geleceğe erteleniyor. Bütün dünya sosyalist olmadıkça parti-devletin bütün yetkileri elinde tutacağı ve normal bir hukuk devletine dönüş olmayacağı anlaşılıyor.