Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde, devletten özerk; ama ona yabancılaşması zorunlu olmayan bir yapı olarak sivil toplumun rolüne ve devlet-(sivil)toplum ilişkisinin kimyasına iliş kin tartışmalarda, demokratik bir sivil toplumun varlığı için devlet-toplum ilişkilerinin demokratikleşmesi sorunsalı hatırı sayılır bir konumdadır. Bu sorunsalın tarihsel, sosyolojik ve en önemlisi zihinsel arka planında, yukarıda Osmanlı-Cumhuriyet devlet geleneği ekseninde; belirgin entelektüel ve zihinsel kopuşlar içermekle birlikte, açımlamaya çalıştığımız siyasal kültür, siyasal sistemin ve kurumların işleyişi ve devletin yeniden kurgulanması gibi unsurlar yatar.
Türkiye’de, devlet ve (sivil) toplum arasındaki gerilimli ilişkinin dönüşebilmesi için öncelikle Türkiye siyasal kültüründeki “siyaset” kavramına atfedilen pejoratif anlam ve algıların toplumsal planda dönüşmesi elzemdir. Bunun içinde siyasetin toplum tarafından başlı başına bir sorun haline getirilmesi gerekir.
Siyasetin güdük kalmadığı, siyasetin sadece bürokratik entelijansiya ve siyasal elitlerin tekelinde bir eylem olmadığı; tam tersine toplumun siyasete etkin katılım sayesinde, devlet ile toplum arasındaki ilişkinin güçlendirilmesi ve devlet kurumları ile sivil toplum kurumları arasındaki işbirliğinin artırılması ile beraber yönetimin keyfiliğinin de büyük ölçüde engellenebilineceği fikri geliştirilmelidir.
Devlet ile toplum arasındaki ilişkinin önemli boyutlarından biri bu ilişkinin ideolojik bir zemin üzerinden yürütülmesi sorunu olarak değerlendirilebilinir. Bu ideolojik zeminin sağlamlaştırılmasında ve kendini üretmesinde ordunun dikkate değer bir rolü vardır. Ordu, Türk siyasal yaşamında ne kadar etkin olduğunu sivil siyasete muhtelif müdahaleleriyle göstermiştir. Bu bağlamda, ordu basit olarak, devletin hükümranlık hakkının ve fiziki varlığının garantörü olan kurumdur
Bu aynı zamanda ordunun ideolojisinin meşruiyet zemindir. Dolayısıyla, Türkiye örneğinde gözlendiği üzere, devletin kurumlarından biri olarak ordu ideolojik meşruiyet alanına saldırı olarak nitelendirildiği olaylar karşısında aktif siyaseti belirlemekten geri kalmamıştır. Devlet ile toplum arasındaki ideolojik bir zemin üzerinden yürütülen bu ilişkinin toplumsal düzlemde böyle bir zeminden çıkarılarak, siyasal meşruiyetin sivil bir kaynağa dayandırılması gereklidir.
Bu açıdan bakıldığında, devlet ve sivil toplum arasındaki demokratik ilişkinin tesisinin, “ancak hiç bir toplumsal kesimin hâkim iktidar olmaya yönelmemesiyle, dolayısıyla hiç bir hâkim ideolojinin veya tek bir hakikatin rehberliğine ihtiyaç duyulmamasıyla” kayıtlı olduğu anlaşılır. Devlet ile toplum arasındaki çoğulculuk ve farklılıkların özgür ve özerk bir biçimde geniş çaplı bir uzlaşma oluşturulması ve demokrasinin pekiştirilmesi hem toplumun hem de devletin yeniden yapılandırılmasına gönderme yapar.
Türkiye’de devlet-toplum ilişkisi genellikle devlet geleneği üzerinden açıklanır. Demokrasinin ve sivil toplumun yeterince gelişememesinin nedeni güçlü devlet geleneğinin baskınlığına bağlanır. Kemalist modernleşme ve batılılaşma projesi de dahil olmak üzere, bu belirleyici ve merkezi devlet geleneğinde toplum yukarından aşağıya, sosyal bir mühendislik anlayışıyla ve pozitivist bir ideolojisinin yardımıyla düzenlenmesi ve değiştirilmesi gereken bir organizmadır, nesnedir. Burada, devlet toplumun özgür irade ve seçimleriyle biçimleyeceği bir siyasal aygıttan ziyade, toplumu kendi hâkimiyeti ve meşruiyeti içinden biçimlendirecek bir aygıt işlevini üstlenmiştir.