Osmanlı’da hicri takvim kullanılırdı, ama iş vergi toplamaya gelince mecburen güneş yılı esasına göre hareket etmek gerekirdi. Gelirlerin büyük bölümünün tarımdan kaynaklandığı düşünülürse bu ayrım anlaşılabilir.
Ancak ay takviminde sene 11 gün daha kısadır. Dolayısıyla 33 yılda bir sene kaybedilir. Ya da kazanılır, artık neresinden bakarsanız… Maliyeciler Osmanlı zamanında bu sorunu çözememiş, vergi toplanamadığı için bütçe açığının ve krizlerin yaşandığı bu artık seneye “sıvış yılı” adı verilmiş.
Ahmet Cevdet Paşa’nın Tanzimat döneminde kafa yorduğu garabet sorunlardan biri de budur. Hicri takvimden kopmadan Takvim-ül Edvâr adını verdiği bir çeşit karma takvim yaratmaya çalışmıştır.
Sayılarla barışık değiliz. Hesaplamak fıtratımızda yok. Bizim için bir hakikatın sayısal verilerle ifade edilebilmesi hiçbir anlama gelmiyor. Aynı zamanda içimizden geçene, canımızın istediğine uymasını istiyoruz. Yanlış hesap Bağdat’tan dönene kadar bekliyoruz, döndüğünde de pek oralı olmuyoruz.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü boşuna yazılmamıştır. Osmanlı’nın son yıllarına kadar saat kullanmak yaygın değildi. İlk Meclis-i Mebusan’da toplantı saatlerinin belirlenmesi bile bu nedenle problem olmuştur. Belki “Vakit” kavramı dedelerimiz için ölçüden münezzehti, belki de tam zamanında olmak ve beklenen yerde olmak insanımıza zor geliyordu.
Euler’in ölümünden 100 yıl sonra bile envanterimizde doğru dürüst matematik yapıtları yoktur. Ama Euler’in öldüğü yıllarda Osmanlı’da nihayet bir “Mühendishane” kuruluyordu. Bu projenin başına getirilen Macar bilim adamı Baron de Tott, anılarında üçgenin iç açıları gibi basit ayrıntılarda bile Osmanlı ulemasının yetersiz olduğundan yakınır.
Belki de de Tott abartıyordur. Olamaz mı? Abartmıyor sanki… Tarihin en büyük hesap hatası olan kapitülasyonları düşününce…
Verdiğim örnekler sıkıntılarla dolu modernleşme sürecimizin kılçıkları olarak kabul edilemez mi?
Bana kalırsa bugün de matematik en sevdiğimiz ders değil. Mesela şu enflasyon meselesi.. TÜİK’in açıkladığı enflasyon oranına, ne alan ikna oluyor ne satan. Herkes ötekini kazıkçı olarak görüyor.
İstatistik konusunda kelimenin tam anlamıyla duman olmuşuz. Türkiye’de kaç Suriyeli var? Bunu bilen yok. Devlet 3.5 milyon gibi bir sayı açıklıyor, Ümit Özdağ bunu 10 milyona kadar çıkarıyor. Bir şey yanlış tahmin edilir ama 6.5 milyonluk sapma olmaz herhalde… 3.5, 6, 7 ya da 9 diyenler yok mu?
Saymayı bilmediğimiz için fiyatlar da birbirine karıştı. Konutlara bakıyoruz: Ümraniye, Miami’den daha kıymetli. Çocukluğumun semti… Manevi değeri var. Ama Oto Sanayi manzarası için o para verilir mi?.
Son yıllarda seçimler yaklaşırken tatlı bir anket telaşı yaşıyoruz. Bütün araştırma şirketlerinin isimlerini öğrendik, kime yanladıklarını bile biliyoruz. Ama bir tanesi bile arka arkaya tutarlı sonuçlar üretemedi. Yani sokaktan rastgele bir vatandaşımızı çevirip oranları tahmin etmesini istesek hemen hemen aynı tabloyla karşılaşırdık.
Osmanlı’nın son yıllarına kadar padişahların Müneccimbaşı’nı kadrodan eksik etmemeleri bundandır belki… Muhtemelen o da “Hesapladım” diyenlerle hemen hemen aynı hata seviyesiyle tahminler üretiyordu. Hiç değilse muhabbeti daha iyiymiştir.
Köpekleri bile sayamıyoruz. Kimi 4 milyon diyor, kimi 10 milyon… Kaç köpek var, neredeler, kaç kişiyi ısırmışlar, kime havlamışlar… Herkes bir şey söylüyor. Kimi bir görüyor beş sayıyor, kimi beş görüyor hiç saymıyor. Bu işi köpeklere bıraksak daha net bir sonuç ortaya çıkardı.
Herhangi bir konuda sayısal bir değer açıklandığında artık üstünde durmuyoruz. Ne kurumlara ne kişilere güveniyoruz. Bitcoin ya da bahis oranları insanlara daha anlamlı geliyor.
İvo Andriç’in Drina Köprüsü romanında – ki bana kalırsa Yüzyıllık Yalnızlık’tan çok daha tatlı ve keyifli bir tarih-romandır – bir Balkan köyündeki dönüşüm anlatılır. Andriç’in anlattığı belde, Osmanlı’nın elinden çıkıp Avusturya sınırlarına katıldığında köylüleri şaşırtan bir gelişme yaşanır. Habsburg bürokrasisi kısa sürede kendini göstermiştir: Köye uğrayan memurlar ormandaki her ağacı tek tek kayıt altına alır. Başlangıçta hiçbir şey olmaz, ama bir süre sonra köylüler birbiri arkasına gelen kurallar, yönetmelikler, yasalar ve düzenlemeler arasında alışık oldukları hiçbir şeyi yapamaz hale gelirler.
Biz hayatı ciddiye almayı beceremedik. Ha 3 ha 5… Sonunda herkes ölmüyor mu? Hem zaten Avusturya da Birinci Dünya Savaşı sonunda taklaya gelmedi mi? Ne oldu o kadar hesap kitap?
Haliyle yeni müfredattan integral’i kaldırmamız da isabet olmuş.