Avrupa Parlamentosu seçimleri Avrupa’daki dengeleri değiştirdi. Avrupa-ABD dengeleri de değişti.
ABD’nin dünya politikasındaki geleneksel müttefiklerinin başında Avrupa ülkeleri gelir. Dünya, Avrupa sağının, ABD ile iş birliğine alışıktır. Geleneksel algı böyledir.
Bu denklem bundan sonra geçerliliğini yitirebilir. Avrupa merkez solu; Avrupa sağına oranla, daha ABD’ye yakın artık. AB parlamentosu seçimlerinde; ABD ile ilişkiler konusunda, sağ ve solun yer değişimi tescillendi. Peki, ABD; Rusya-Ukrayna gibi alanlardaki, “AB politikasına yön veren” pozisyonunu kaybedebilir mi? Avrupa’da yükselişe geçen sağ dalga, ciddi bir ABD karşıtlığı içeriyor. Fransa ve Belçika gibi ülkelerde, bu sağ dalga, ABD’ye yakın hükümetleri ciddi şekilde sarsmaya başladı. Örneğin Macron erken seçim kararı aldı. Belçika başbakanı istifa etti.
Seçimden hemen sonra toplanan Alman Parlamentosu’nda ise şunu gördük: 11 Haziran’daki oturuma Ukrayna lideri Zelensky konuşmacı olarak katıldı. Alman Parlamentosu’nun büyük kısmı Zelensky’yi ayakta alkışlarken; seçimden oy patlamasıyla çıkan ve bazı kesimlerce “Nazi” olarak tanımlanan sağcı AFD, oturuma katılmayarak, Zelensky’yi “dilenci” olarak tanımlayan bir açıklama yaptı.
Sağcı AFD; Rusya-Ukrayna savaşı konusunda, merkez solcu Scholz hükümetine ve ABD’ye zıt bir yerde duruyor. AFD’nin, Avrupa Parlamentosu’nda, Başbakan Scholz’un partisi SPD’den daha fazla sandalyesi var artık. AFD’nin henüz çok güçlü olmadığı alan ise merkez medya.
Sonuç olarak, AB genelinde “ABD karşıtlığı” rolü de “Rusya’ya sempati/empati” rolü de merkez soldan radikal sağa geçmiş durumda. Almanya’da üç ana siyasi akımdan söz edilebilir: 1)Merkez soldaki sosyal demokratlar ve yeşiller 2)Hıristiyan Demokratlar 3)Yeni yükselen güç olarak Alman parlamentosunun en sağ kanadını oluşturan AFD ve BSW…
ABD’ye en mesafeli olan akım, 3. akım…
Avusturya’daki gelişmeler de Almanya ile paralel bir yol izliyor…
Avusturya siyasetindeki yükselen “aşırı sağcı” lider Kickl ise Orban ve Putin’e yakın olmakla eleştiriliyor. Kickl’ın partisi olan FPÖ, AFD’nin Avusturya şubesi gibi duruyor biraz.
ABD konusunda sağ-sol değişiminin tarihsel olarak en ilginç olduğu ülkelerden biri, Fransa. 1968 Avrupası’nda, ABD karşıtlığının merkez üssü, Fransa’daki sol hareketti. Zaten 1968 hareketinin başladığı yer Paris’tir. Ancak şu an Fransa’da da “ABD karşıtlığı pozisyonu” radikal sağın elinde. Fransız solu ise ABD’ye daha ılımlı. Bunun bir benzeri bizde de yaşandı: Türkiye’de eskiden komünizme karşı ABD ile iş birliği yapan kesim, sağcılardı. ABD Altıncı Filo’su geldiğinde, Türkiye’deki limanlara demirlediğinde, sağcılar gösteri yapan solculara saldırmıştı. Roller epey bir süredir değişmiş durumda. Sağcılar zaman içinde “Amerikan karşıtı” pozisyona geldiler. CHP şu an AK Parti’ye kıyasla ABD’ye ve batıya çok daha ılımlı bir görüntü veriyor. Genele bakarsak, “radikal sağ”ın hem Avrupa’da hem de Türkiye’de sola oranla daha ABD karşıtı bir pozisyona yerleşmiş olduğunu görüyoruz.
Tabii bunu woke kültür, feminizm ve LGBT bağlamında da yorumlamak mümkün: ABD dünyada eskiden “komünizm karşıtlığı” ile anılan bir konumdayken şu an daha çok “LGBT” ve “#metoo hareketi” bağlamında anılan bir konumda. Yani ABD’nin dünyadaki imajı bu açılardan “sola kaydı”. ABD eski ABD olmadığı için, müttefikleri de eski müttefikleri değil.
Avrupa’daki sağ yükseliş biraz da İngilizce kültürün ve Amerikan kültürünün Avrupa’daki baskınlığına tepki olabilir mi? Sağcılar böyle bir konuyu gündeme getirmiyor ve kültür eleştirisini mülteciler üzerinden yapıyor olsalar da arka planda bunun da rol oynadığı düşünülebilir. Avrupa Birliği, kendi umduğu kadar “kültür oluşturabilmiş” bir yapı değil. Eurovision, Avrupa Kupası gibi organizasyonların yaptığı etkinin bir sınırı var. Örneğin bir Alman Yunanistan’a tatile gittiğinde, Yunanlılarla sohbet ettiğinde, o sohbette Alman veya Yunan ünlülerinden veya AB ülkelerinin ünlülerinden çok, Amerikan ünlülerinin adının geçmesi yüksek ihtimal. Eğer bir Alman ünlünün adı geçerse bu muhtemelen bir futbolcu olur. Yani Avrupa’nın farklı kültürleri arasındaki etkileşimde bir yüzeysellikten söz edilebilir. Avrupa’nın farklı ülkelerini, Amerikan Kültürü’nün ve “İngilizce kültür”ün birleştiriyor olduğu iddia edilebilir.
Evet: Avrupa Birliği’nin ve Avrupa Parlamentosu’nun pratikteki ortak dili, AB ülkelerinden birinin dili değil… Bilakis, Avrupa Birliği’nden yeni ayrılmış, üstelik biraz da kavgalı ayrılmış İngiltere’nin dili… Yani İngilizce… İşte dil konusundaki bu gerçekliği dış politikayla bir bütün olarak değerlendirmek mümkün. İngiliz-Anglosakson-Amerikan ekolü, Avrupa Birliği’ni domine ediyor. AB sınırları içindeki baskın kültür, “AB Kültürü” değil, “İngilizce kültür”.
Zaten “Avrupa Birliği Kültürü” gibi bir kavram yok. Eğer “Avrupa Birliği Kültürü” derseniz, insanların aklına AB regülasyonları gelir. Bir miktar da insan hakları klişesi… AB kendi kültürünü oluşturamaz, kendi hikayesini yazamaz olunca; aşırı sağ kendi hikayesiyle çıkageldi. AB’de özellikle sol, kendi hikayesini yazamadı… Hatta sol olmayı da başaramadı… Ama sağ, sağ olmayı başarabiliyor. Sağcıların kendilerine özgü hikayeleri var. Kendilerine özgü karakterleri var. Bunların içinde Fransız Cumhuriyetçi Eric Ciotti gibi kriz yaratan, komik duruma düşen karakterler de var. Merak uyandırıyor, hareket yaratıyorlar. Sonuç olarak sahne artık onların.
Alman siyasetinde, Alice Weidel ve Tino Chrupalla’nın partisi AFD, bir “yükselen değer”. AFD karşıtları ise AFD’lilerin saçma sözlerini biriktirip dalga geçmekten hoşlanıyor. Örneğin AFD’nin artık hayatta olmayan üyelerinden Achim Nieder yıllar önce Facebook’ta “Dünya Kadınlar Günü’nü kutlamak için geneleve gidelim.” diye bir cümle kurup silmiş. Ama AFD karşıtları bu cümleyi kaydedip yıllarca saklamışlar.
Alice Weidel, seçimden birkaç ay önce, “İktidara gelince Almanya’nın AB’den çıkması için referandum yapacağız” demişti. Ama belki de gerçekten iktidara gelmesi durumunda o da AB’nin imkanlarını kendi lehine kullanmayı öğrenir ve bu vaadini unutur. Avrupa sağı; şimdilik, AB’nin topladığı vergileri azaltmayı ve AB’nin Avrupa üstündeki yükünü hafifletmeyi vaat ediyor. Ama elbette gelecekte bu da unutulabilir. AFD gibi partilerin yükseliş nedenleri daha uzun süre tartışılacak. Merkez sol siyasetçilerin yetersizlik ve renksizliği, en görünür nedenlerden biri. Örneğin Scholz Hükümeti’nin dış işleri bakanı Annalena Baerbock’un dil sürçmeleri, aptal sarışın fıkralarına taş çıkartacak boyuta ulaşmış durumda. Tabii Avrupa Birliği’nin, ABD’den gelen woke kültürün etkisiyle, aptal sarışın fıkralarının artık hoş karşılanmadığı bir yer olduğunu belirtelim. AFD’li Alice Weidel, Bakan Annalena Baerbock’la güzel eğleniyor.
“Avrupa sağı”nın çelişkisi ise tabanın büyük kısmı muhafazakâr beyaz Hıristiyanlardan oluşurken vitrindeki Weidel, Wagenknecht gibi bazı popüler isimlerin LGBT veya göçmen kökenli kişilerden oluşması. Yani Avrupa sağı homojen değil. Farklı ülkelerin sağ partileri arasında son günlerde rekabet ve kıskançlıklardan söz ediliyor. Ki Avrupa Sağı zaten “ECR” ve “ID” olarak adlandırılan iki farklı gruptan oluşuyor.
Büyümekte olan Avrupa sağı, ulus devletlerin sağcı güçlerinin eklektik bir toplamı olarak mı yükselecek yoksa ortak bir “Avrupa Sağı” mı gelişecek? Bunu zaman içinde göreceğiz.
Kim ne derse desin Artık Baerbock’tan çok Weidel’in, Pedro Sanchez’den çok Robert Fico’nun, Macron’dan çok Jordan Bardella’nın, Olaf Scholz’tan çok Herbert Kickl’ın veya Bart De Wever’in hikayesini merak eden bir Avrupa ile karşı karşıyayız. En çok ilgi gören dostluksa, Salvini ile Le Pen’in dostluğu. Yani sağcı liderlerin hikayelerine ve ilişkilerine ilgi duyulan bir Avrupa bu. Evet, artık Avrupa’daki renkli ve sivri karakterler soldan değil sağdan çıkıyor…