Siyaset her şeyden evvel süreklilik gösteren bir sosyal faaliyettir. Bir yerde bir toplum varsa orada siyaset de vardır. Çünkü toplum halinde yaşamak mecburiyetinde olmalarına karşın, toplumsal yaşamın nasıl olması gerektiği noktasında insanlar arasında bir birlik, bir mutabakat yoktur. İnsanlar kamusal hayatın ne şekilde düzenleneceğine ve kamusal işlerin kimler tarafından hangi usuller gözetilerek yerine getirileceğine dair farklı düşünceler taşır. İşte siyaset, bu farklılıkların hem bir arada bulunmalarının ve hem de kafa göz yarmadan mücadele etmelerinin çerçevesini çizer.
Bir toplumda herkesi ilgilendiren konular hakkında kararların alınması ve uygulanmasını ifade eden siyaset, en yaygın insani faaliyetlerden biridir. Toplumsal ilişkilerin gelişmesi ve karmaşıklaşmasına bağlı olarak, zaman içinde, siyasetin ilgi ve etki alanları artmıştır. En yaygın insani ve sosyal bir faaliyet olması hasebiyle, bugün ortalama insanın siyasete bigâne kalması düşünülemez.
Siyaset önemlidir; sizin siyasetle alâkadar olmamanız, siyasi süreçlere katılmaktan imtina etmeniz, siyasetin sonuçlarından etkilenmeyeceğiniz anlamına gelmez. Zira siz uzak dursanız da bir başkası siyaset sahasına girer, siyasi mekanizmaları kontrol eder ve herkesle birlikte sizin de hayatınızı yön verecek kararları ya alır ya da bu kararlara tesir eder.
“Kirli bir kelime”
Ancak bu denli mühim olmasına rağmen, siyasete genel olarak pejoratif bir anlam yüklenir. Zihinlerde “kirli bir kelime” olarak yer eden siyaset; yalanı, dolanı, kandırmayı, manipülasyonu, bağnazlığı, kavgayı, şiddeti, sıkıntı, kargaşayı çağrıştırır. Siyasetçilere, sadece kendi menfaatlerinin peşinde koşan, bunun için de her türlü entrikayı yapabilecek kişiler olarak bakılır. Dolayısıyla toplumda, siyasete ve siyasetçilere duyulan güven yerlerde sürünür.
Siyasete ilişkin bu negatif algı, eşyanın tabiatı gereği en siyasi olan meselelerin bile siyasetin dışına çıkartılmasını doğallaştırır. Herhangi kamusal bir meselede akla gelen ilk soru sorulduğunda, bazı işlerde hata veya eksik olduğu söylendiğinde, yapılması gerekenler hakkında farklı ve eleştirel bir tavır takınıldığında, hemen “Siyaset yapma!” nidaları yükselir. Tuhaf olan, siyaseti itibarsızlaştıran bu davranışın siyasetçiler arasında da popüler olmasıdır. Onlar da birbirlerini “siyaset yapmak”la suçlayarak (!) aslında kendilerini öğüten değirmene su taşır.
Deprem ve siyaset
Son Elazığ depreminde, yine bunu yaşadık. Merkez üssü Elazığ-Sivrice olan 6.8 şiddetindeki depremde 41 vatandaşımızı kaybettik. Binden fazla yaralımız var. Öncelikle hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum. Allah canlarını yitirenlere sabır versin.
Türkiye bir deprem ülkesi; İstanbul Jeofizik Mühendisleri Odası’nın hazırladığı rapor, Türkiye’de 5.5 ve üzeri şiddette deprem üretebilecek 535 canlı fay hattının olduğuna, 18 il ve onlarca ilçenin bu faylar üzerinde bulunduğuna dikkat çekiyor. Çok büyük acı ve yıkım yarattığını her depremde bir kez daha tecrübe ettiğimiz bu tablo, siyasetin bütün gücüyle bu konunun üzerine eğilmesi, gerek deprem öncesi gerek deprem sonrası alınması icap eden bütün tedbirlerin vakit geçirilmeksizin bir an önce alınması gerektiğine işaret ediyor.
“Deprem, doğal bir afettir, kimse bunu önceden öngöremez, siyaseti buna karıştırmayın” demenin mantıklı bir tarafı yok. Çünkü bir yerde şehir planına, yapıların hangi şartlarda ve özelliklerde inşa edileceğine, deprem öncesinde hangi tedbirlerin alınması gerektiğine, deprem sonrasında müdahale edecek kurumların teşekkülüne, depremzedelere nasıl ve ne kadar yardım edileceğine, yeni yerleşim alanı kurulacaksa bunun nereye yapılacağına vb karar verecek olan siyasettir.
“Göçük altında kalan devlet”
Devletin göçük altında kaldığı 1999’daki Marmara depreminden bu yana geçen sürede, Türkiye’nin deprem sonrasına müdahalede önemli bir merhale kaydettiği görülüyor. Sivrice depremi haber alınır alınmaz hem merkezi hükümetin hem de yerel yönetimlerin ilgili birimlerinin teyakkuza geçmeleri, kısa sürede deprem bölgelerine varmaları, kurumlar arasındaki işbirliği ve toplumsal dayanışma takdire şayandı.
Buna mukabil deprem öncesi safhada Türkiye’nin karnesi parlak sayılmaz. Kentsel dönüşümde pek bir mesafe alınamaması, rantı azami kılmak için şehirlerin kötü yapılaşmasına göz yumulması, yapıların denetimlerinin titizlikle yapılmaması, belediyelerin imar planına aykırılıklara yol vermesi, imar aflarına devam edilmesi gibi sorunlar varlığını sürdürüyor. Dolayısıyla merkezi ve yerel iktidarların bu alanlardaki tercihleri ve ürettikleri sonuçlar elbette konuşulacaktır, konuşulmalıdır.
“Mücadeleyi zaaf uğratmak”
Vatandaş verdiği verginin izini sürer. Denetimlerin ve kurtarma çalışmalarının etkinliğini sorgular. Sorumlulardan hesap sorulmasını talep eder. Demokrasinin olmazsa olmazlarıdır bunlar. Hiç kimse, hele kamu adına yetki kullanan siyasi aktörler, bunlardan gocunamaz. Deprem, memleket için hayati bir önemi haiz; dolayısıyla siyasilerin bu mevzudaki kararlarının isabetini tartışmak “mücadeleyi zaafa uğratmak” olarak nitelenemez.
Tam aksine, muhakeme edilmiş, dengeli ve kanıtla desteklenmiş serinkanlı değerlendirmeler ve öneriler, bilinçli ya da bilinçsiz yanlışların, noksanların veya istismarların ortaya çıkmasına hizmet edeceğinden, bütün topluma fayda sağlar.
Yapılmaması gereken, siyaset değildir. Yapılmaması gereken, kurt puslu havayı sever misali, zaten hassas olan ortamı kışkırtmak, acıları istismar etmek ve rakip ya da muhalif olarak görülenleri linç ettirmeye kalkışmaktır. Zaten bu tür davranışlardan yalnızca deprem zamanlarında değil, her vakit kaçınmak gerekir.
(*) Kürdistan 24, 29.01.2020