Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIRoni Margulies’i özlemle anıyoruz. Şenol Karakaş, Roni’nin hastanedeki en mutlu gününü yazdı:...

Roni Margulies’i özlemle anıyoruz. Şenol Karakaş, Roni’nin hastanedeki en mutlu gününü yazdı: Roni’den sonra…

Aşklarının yoğunluğunu benzersiz bir şiir kitabıyla ölümsüzleştirdiği Elsa, Yunanistan’dan hastaneye ziyarete gelmişti. Gerçekten de Elsa’nın geleceğini öğrenen Roni, heyecanlanmıştı. Roni’nin yoğun bakımdaki odasına girdiğimizde, onu yatakta değil sandalyede bulmuştuk. Her şey ayarlanmıştı, fonda çok etkileyici bir müzik çalıyordu. Roni çok zorlansa da sandalyede dimdik oturuyordu. Elsa, yasak olmasına rağmen kucakladı Roni’yi. Tam önümde, haftalardır ölüm kalım mücadelesi veren yoldaşımın, ne kadar şanslı olduğunu düşündüm, olağanüstü bir aşk hikayesiydi onlarınki.

Ölümünden sonra yayınlanan şiir kitabının tanıtım toplantısında yoldaşları ve arkadaşları Roni hakkında, kitap hakkında, hatta çok daha eski arkadaşları çocuklukları hakkında bile konuştular. Ölümünün üzerinden işte bir yıl geçti. Siyasi bir görevmiş gibi yazıp çizsem de henüz ne olduğunu anlamış değilim. Nasıl bir boşluk kaldığını Roni’nin ardından üç dört ay sonra fark edebildim.

Yüz yüze ilk karşılaşmamız 1995 yılında, o vakitler Deva Çıkmazı’nda kocaman tam bir katta tuttuğumuz büroda gerçekleştirdiğimiz Marksizm toplantılarında olmuştu, biz Özden’le beraber mutfak işlerini organize ederken “Şenol Karakaş sensin değil mi?” diye sormuştu.

Roni’nin adını elbette biliyordum da onun benim adımı bilmesi ilginç gelmişti, ilginç olan başka bir şey de adımı bildiğini bana göstermesi olmuştu. Seni tanıyorum demişti, radarında olduğumu göstermişti. O Marksizm toplantıları sırasında pratik sonucu ÖDP’nin kuruluşu olacak olan tartışmalar tüm sol saflarda yaşanıyordu. O dönemin bir grup DSİP üyesi bizlerin de bu birlik hamlesinin bir parçası olmamız gerektiğini dile getiriyor, hatta DSİP adına konuşmacı oldukları Marksizm panellerinde açıktan bu görüşünü propagandasını yapıyorlardı.

Roni o zaman, Doğan Tarkan’la ve ÖDP’ye katılmaya gerek yok diyen hepimizle beraber, basit bir matematik hesabıyla yaklaşmıştı tartışmaya. ÖDP’de birbirinden bütünüyle farklı politik geleneklerden gelen grupların günün birinde ayrılacak olması ve ÖDP’nin dağılacak olması kaçınılmaz. Bu durumda ÖDP’ye katılıp dağıldığında o yapıdan çıktığımızda mı daha güçlü oluruz yoksa ÖDP’ye hiç katılmayı dışında örgütlenirsek mi?

Darbe geleneğinin İslamcı hareket üzerinde dişlerini göstermeye başladığı, Kürt sorunun tüm keskinliğiyle ortada olduğu politik atmosferde politik olarak anlaşmış olmayan bir siyasi grubun ayakta durması mümkün değildi. ÖDP’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra 28 Şubat darbesi gerçekleşti. Bir süre daha sonra Kürt sorunu sertleşti, cezaevinde kitlesel ölüm oruçları başladı. Böylece ÖDP’nin politik bölünmesi de başladı.

Roni, siyasal İslam tartışmasında çok belirleyici bir rol oynadı. Şu net perspektifi kaleme aldı:

“Faşizm örgütlediği kitleleri milliyetçilik, ırkçılık ve militarizm temelinde örgütler ve yarattığı örgütlenmeyi (iktidar olduğu taktirde) işçi sınıfını ezmek için kullanır. Dolayısıyla, faşizme karşı

mücadele bu örgütlenmeyi engellemek ve üstelik gerektiğinde kitlesel güç kullanarak, sokağa her çıktıklarında kafalarını ezerek engellemek amacını gütmelidir. Şeriatçı hareket ise örgütlediği kitleleri, yukarıda gördüğümüz gibi, aslen ekonomik özlemler temelinde örgütler. Şeriatçı harekete katılan veya oy veren kitlelerin çok büyük bir kesiminin özlemleri bir gün siyah üniformalar giyip ellerinde Türk bayraktarıyla grev çadırlarına saldırmak veya Orta Asya’yı fethetmek değil, daha adil, daha istikrarlı, daha insancıl bir hayattır. Bu kesimin mevcut düzenle bir sorunu vardır. Bu kesim işçi sınıfının düşmanı değildir. Dolayısıyla, şeriatçı harekete karşı mücadelenin temeli, bu kesime umutlarını yanlış yere bağladıklarını anlatabilmektir. Sıradan bir faşiste Türkeş teşhir edilemez. Sıradan bir Müslüman’a Erbakan teşhir edilebilir. Teşhir etmenin yöntemi ise Refah Partisi’nin sermaye sınıflarının partisi olduğunu göstermektir. Bunu göstermek de, bizzat Refah’ın kendi içindeki çelişkilere işaret ederek mümkündür; bu çelişkiler zaten Refah’ı sürekli teşhir etmektedir. Şunu unutmamak gerekir: sosyalizmin canlı bir alternatif olarak gündeme getirilmediği yerde adalet isteyen, işsizlikten ve varoşlarda yaşamaktan bezen kitlelerin başka çarelere bel bağlamaları doğaldır. Biz bu alternatifi yarattığımız zaman, gözlerini sosyalizme çevirecek kitlelerin önemli bir kısmı bugün Refah’a bakıyor. Bizim işimiz faşistleri ezmek, şeriatçıları ise kazanmak.”

Berbat, aşırı sağcı her fikri ve örgütlenmeyi faşist olarak kodlayanlardan daha farklı bir tutum alıyordu Roni. Bunun bir nedeni de faşizmin sınıfsal kökenlerine dair güçlü bir bakış açısı sunan Troçki’nin fikirlerini tüm ayrıntılarıyla kavramı olmasıydı elbette.

Türkiye’de solda faşizm konusu kadar sulandırılmış başka hiçbir konu yoktur. Roni kadar da faşizm tartışmalarının sulandırılmasına öfke duyan kimse olmamıştır. Yahudi soykırımında ölen yüzbinlerce insan, İkinci Dünya Savaşı’nda ölen milyonlarca insan, bir açıdan Stalinist Komünist Partisi’nin faşizmi sulandırması ve sosyal demokratları sosyal faşist olarak kodlayıp Nazilerden daha tehlikeli görmesine nedeniyle kaybedildi.

Karmaşık olguları sade bir şekilde açıklama yeteneği herkese nasip olmuyor. Bu bir yıl Roni’nin yokluğundan kendisini en çok hissettiren gerçeklik bu oldu. Bir memleket ya da dünya meselesi hakkında uzun uzun konuşmak istediğinde net açıklamalar (her zaman doğru olan açıklamalar anlamında değil) yapacağını bildiğiniz, bundan emin olduğunuz bir yoldaşınızı kaybedince o kocaman boşluk duygusu azalmak yerine zaman zaman her tarafı sarıyor gibi oluyor.

Cenazesinde de söylemeye çalışmıştım. Roni açısından kilitlenmesi gereken tek bir hedef vardı: devlet!

Tüm benliğiyle devlet denilen bir örgütler toplamı olan örgütlenmeden nefret ederdi. Düpedüz devlet düşmanıydı. Tek bir devlete değil elbette, tüm devletlere. Ama İstanbul’da yaşamaya karar verip Türkiye’de her günkü mücadelenin aktif bir parçası olunca, burada devletin nobran yüzüyle sık sık karşılaştı. Askeri darbeler ve Türkiye’deki darbeci gelenek, devletin sarih bir şekilde organizasyon niteliğini açığa serdiği süreçlerdi.

Darbelere karşı tüm gücüyle mücadele ederken, sivil olmayan alandan ne kadar, ne düzeyde ayrıldığı belirgin olmayan sivil alanda burjuvazinin programını uygulayan iktidara da hiçbir zaman taviz vermedi. Kurulduğu yıllarda ve darbe girişimlerine maruz kaldığı süreç boyunca insanların neden AKP’ye oy verdiğini anlama çabası, AKP’yi aklama çabası halini hiçbir zaman almadı Roni’de.

Çünkü Troçki’nin fikirleri önem sırasına göre dizilirse, doğrudan işçi sınıfının çıkarlarını savunmayan her iktidar burjuvaziye hizmet etmek zorundadır. Bazı solcular AKP savunuculuğunda o kadar ileri gittiler ki, Roni’den kendi AKP severliklerine tanıklık göstermek üzere eski yazılarından, Roni’nin AKP’nin askeri vesayetin tehdidi altında olduğu dönemde yazdığı yazılardan alıntılar yapmayı tercih ettiler.

Öleceği yılın başlarında Serbestiyet’te yazdığı kimi yazılarda AKP’nin yaşadığı değişimin altını net bir şekilde çizmişti:

“AKP zaten (laikliğin en azgın uygulamaları dışında) hiçbir zaman Türkiye devletinin resmî ideolojisine düşman bir parti değildi. Sadece laiklik politikalarının aşırılığı ve dışlayıcılığı onları rahatsız ediyordu. Bu dışlayıcılık (dindarların siyasal hayattan ve kamusal alandan dışlanması ve, daha önemlisi, Müslüman sermayenin büyüme olanaklarından dışlanması) törpülendikten sonra, AKP’nin ve onu destekleyen muhafazakâr tabanın Kemalist devletle bir kavgası kalmadı. Genelkurmay bu hükümeti ilk yıllarında devirmeye kalkışmasaydı zaten iki taraf da baştan hiç sorun yaşamayacaktı. Ve artık yaşamıyorlar. Devrilmeyeceklerine akılları yattıktan sonra, Erdoğan ve AKP “normal” hâllerine, fabrika ayarına döndü. Normal olan 2002-2012 değildi; normal olan bugünkü AKP.

Uzun zamandır Kemalizm’le dalga geçen, eleştiren yazılar yazamıyorum. Yazsam, “AKP dururken niye Kemalistlerle uğraşıyorsun?” denecekti, bir ölçüde haklı olarak.

Ve şimdi, Genelkurmay’ın, millîliğin ve Kemalizm’in bayrağını AKP de en az CHP kadar salladığına göre, Kemalizm’le ve Kemalistlerle yine dalga geçmeye başlayabilirim, değil mi?”

Hemen yanı başındaki insanların bir gün örgüt içi iktidar hırsıyla yanıp tutuşup şu basit gerçeği çarpıtacağını hiç tahmin etmiyordu muhtemelen. Darbeye maruz kalan AKP ile darbeci diye canının çektiğini kokteyl terörle yargılayan AKP arasında büyük bir ayrım vardır. Bu basit ayrımı göremeyenler, Roni açısından düpedüz ulusalcı olan sosyalistlerden daha büyük bir zafiyete sahiplerdi.

Çünkü, galiba, hangi gerekçeyle olursa olsun bir devletin yönetici kadrosunu aklamak Roni’nin affedilemezler listesinin birinciliği ödülünü kazanmak anlamına geliyordu. Egemen sınıfla ve onun devletiyle uzlaşmazlık dışında herkesle her konuyu tüm açıklığıyla tartışmaktan asla geri durmazdı. Ölümünün ardından hem Türkiye’de hem de Almanya ve Londra’da yapılan anma toplantılarında ve ardından yazılan anma yazılarında o kadar çok insanla o kadar çeşitli konularda konuşmuş, tartışmış ve tam bir dayanışma içinde olduğunu gördük, çoğumuzu şaşırttı bu hikayeler.

Hele Londra’da 1980’lerde işyerinde direnen Türkiyeli işçilerin ve Kürt işçilerin mücadelesiyle dayanışmak için her sabah onlarla buluşması çok hoş bir anıydı, anlatan arkadaşın samimiyeti olayı daha da keyifli hale getirmiş ve dinleyenler, en azından ben, içte içe “vay canına” demiştim.

Roni, kişisel olarak aklının başında olmasına ve zihinsel ve teorik tutarlılığa çok büyük bir önem atfediyordu. Aklı başında değilse başsız kalmayı tercih ederdi. Her an, her ilişkide, her konuşmada insanların kelime, telaffuz ya da harf hatalarını bu yüzden düzeltirdi. Hem karşısındakini aklı başında olmaya davet ederdi hem her hata yakaladığında kendi aklı başındalığına kısa bir selam çakmış olurdu hem de sonuç itibarıyla bir hatayı düzeltmiş olurdu. Kendi yazılarını Sosyalist İşçi için yolladığında bazen telefon ederdi, “bak şurası italik, onun italik olması çok önemli” diye.

Galiba aklının başında olması ve zihinsel tutarlılığın sürekli kanıtlanması gerekliliği dışında kısa ya da uzun yazdığı her makale, kafasında daha uzun, daha kapsamlı bir projenin, bir kitap taslağının bir parçasıydı. Yine de son iki ayını geçirdiği hastanede doktorlara ve hemşirelere hastalığıyla ilgili sorular sorduğunda geçiştirdiklerini hissederse, “bakın beni oyalamayın ben de bir doktorum” diyerek daha net açıklamalar istiyordu.

Hastalık süreci kötüleşip de hastaneden çıkacağı günü beklemek yerine yoğun bakımdan normal odaya çıkmayı özler hale geldiğimiz günlerde, bir şekilde “Mesafeler” şiirinde yazdığının tersine, (“Elsa’yı aramak gelmeyecek kimsenin aklına.” yazmıştı bir dizesinde), birilerinin aklına aramak gelmişti ve aşklarının yoğunluğunu, derinliğini, çelişkili doğasını ve yer yer yıkıcı yanlarını benzersiz bir şiir kitabıyla ölümsüzleştirdiği Elsa, Yunanistan’dan hastaneye ziyarete gelmişti.

“Her paylaştığımız şarap şişesi uzun bir ayindi adeta, birlikteliğimizi teyid ederdi.

Tanıştığımız yaz Girit’te bir bağda durup yediğimiz üzümleri anmış gibi olurduk her bardakla.

Şimdi de, kim olursa olsun yanımda masama gelen her şarap şişesini Elsa’yla birlikte içiyoruz.”

(Şişe şiirinden.)

Gerçekten de Elsa’nın geleceğini öğrenen Roni, heyecanlanmıştı.

Defalarca okuduğum bir şiir kitabından çıkıp bir anda karşımda beliren Elsa ile Roni’nin yoğun bakımdaki odasına girdiğimizde, onu yatakta değil sandalyede bulmuştuk.

Her şey ayarlanmıştı, fonda çok etkileyici bir müzik çalıyordu, Roni çok zorlansa da sandalyede dimdik oturuyordu. Elsa, yasak olmasına rağmen kucakladı Roni’yi, o kadar sıkı sarıldı ki Roni aşkın zaman tüneli varsa orada salınmaya başladı, bıraktı kendini Elsa’ya, tam önümde, haftalardır ölüm kalım mücadelesi veren yoldaşımın, ne kadar şanslı olduğunu düşündüm, olağanüstü bir aşk hikayesiydi onlarınki.

“O ikinci dersine yetişecekti sabahın, ben birkaç kelime ekleyecektim tezimin o bitmez son bölümüne.

Duruvermiş birden, uzanmıştık çimlere, tatlı tatlı anlatmaya başlamıştı:

Selanik’te çocukken arka bahçelerinde bir yalak varmış, içine düşmüş bir gün; keyif yaparken sularda, bir inek gelip yüzünü yaladığında nasıl da korkmuş.

Hiç kuşkum yok düşündüğümde bugün, ömrümde duyduğum en etkili öyküydü. Gözlerimde canlanıvermişti çünkü: küçücük bir çocuk, neşeyle oynarken, bar bar bağırıyor ertesi saniye, paniğe kapılmış, yapayalnız.

Sonra kara bir bulut gibi aklımdan şöyle bir düşünce geçivermişti, silmiştim o an elimin tersiyle ama doğruymuş işte:

“Bir gün ayrılacağız ve ömrümce silinmeyecek aklımdan bu sahne”. (Panik şiirinden)

“Ömrümce silinmeyecek aklımdan bu sahne” benim de.

Elsa, yıllar içinde infilak edecekmiş gibi büyük bir özlemle sarılıyordu, başını tutuyor, gözyaşlarını serbest bırakıyordu. Doktorlar tehlikeli bir bakteri uyarısı vermişler ve ben nükleer saldırı altındaymışım gibi korunma giysilerini giymiş, eldivenleri ve maskeyi takmışken Elsa her şeyi boş vermişti. Ne eldiven ne maske takmıştı. Sevdiği insanın ne kadar kuvvetli sarılırsa hayata o kadar sımsıkı sarılacağını sarsılmaz bir inanç duyuyordu.

Sonra, yorulduğu için Roni’yi bırakıp dışarı çıktık. Lauren, Nubar ve Selim’le hemen hemen 58 gün boyunca hastanenin bitişiğinde her zaman oturduğumuz kafeye gittik. Elsa geri dönüşü olmayan o yolculuktan önce Roni’yi gördüğü için her şeye rağmen çok mutluydu. Roni de öyleydi, “biraz toparlarsam Elsa yine gelsin” diye direktifini vermişti sağlık komisyonu olan bizlere.

Ama toparlayamadı. Ne kadar dirense de arada sırada doktorları bize umut veren konuşmalar yapsa da zaman aleyhine işledi.

Ölümünden bir gün önce giderek kötüleştiğinde yanına çıktım. Mustafa Arslantunalı da başında bekliyordu. Seslendim. Tüm zorluklarına rağmen bana doğru çevirdi başını. Elini tuttum. Hastanede hiç yalnız kalmadığını, onlarca arkadaşının, yoldaşının neredeyse nöbet tuttuğunu söyledim.

Vedalaştık.

Ertesi gün kaybettik.

Farkında olmayanlar var yaşadığımız kaybın büyüklüğünü çağını anlamayanlar var. Herkes anlasın diye ölümünden iki buçuk ay sonra başlayacak İsrail’in soykırımcı işgaline karşı çıkacak en gür, en net sesi kaybettik. Roni’nin sosyalist olmasından daha çok önemsendiği konu, Yahudi olmasıydı, özellikle İsrail Filistin’e ne zaman saldırsa, Roni ana akım medya tarafından aranan isim olurdu. Oysa Roni, Siyonizm’i eleştirmeye çok meraklı değildi. O konuda daima şu netlikteydi:

“Bir Filistin devletinin kurulmasını, İsrail devleti her ne pahasına olursa olsun engellemek için özel bir örgütlenme şeklinde şekillenen bir devlettir. Siyonizm kendi halkına şunu anlatır: Bu topraklar 2 bin yıldır bizim topraklarımızdır. Biz buradan kovulduk, ama burası bizim topraklarımız ve burada Araplar oturamaz. İsrail devletinin resmi ideolojisi buna izin vermez. Bu aynı zamanda İsrail’in tekrar tekrar, beş on yılda bir Filistinlilere, Gazze’ye, Lübnan’a yani Filistinlilerin bulunduğu yerlere saldırmasını temel nedenidir.”

Geçtiğimiz yıl yazdığım gibi Roni Margulies, İsrail’in işgalci ve korsan varoluşu hakkında yazan en berrak sosyalistlerin başında geliyordu. Hamas’ı, bir düşman olarak değil, Filistin halkının meşru bir temsilcisi olarak gördüğünü anlattığında dünyaya medeniyetler savaşı açısından bakan ve bu nedenle de Hamas’ta hem İslamcı hem faşist bir yanı aynı anda gören, en az İsrail kadar Hamas’a düşman olan ulusalcı sosyalistlerin şimşeğini üzerine çekerdi.

Fakat yazdığı makalelerde Alex Callinicos’un da altını çizdiği gibi “Hamas’ı sevin ya da sevmeyin, Hamas’ın gücü sadece 2007’den beri kontrol ettiği Gazze’de değil, ezilen Filistin halkındaki köklerinden geliyor (…) İsrail askeri güçlerinin Hamas’ı yok etmeyi başarması düşük bir ihtimal olsa bile, Filistin halkının ezilme durumunun sürmesi yeni direniş hareketlerini ortaya çıkartacaktır.”

Roni, Serbestiyet’te Siyonizm üzerine yazdığı yazılarda somut koşulların somut analizinin ne kadar önemli olduğunu da anlatmış oluyordu:

“… nüfusun ezici çoğunluğu bilinçli veya bilinçsiz antisemit olduğuna göre, Türkiye’de Yahudi düşmanlığını eleştirmek, ırkçılığı teşhir etmek ve kınamak son derece önemlidir. Hesabını hiç yapmadım, ama bugüne kadar Yahudilik, İsrail filan konularında yazdığım yazıların yüzde 80’i antisemitizm ile, sadece yüzde 20 kadarı Siyonizm ile cebelleşir. Türkiyeli değil de, Allah korusun Amerikalı olsaydım, yazılarımın yüzde 100’ü İsrail eleştirisi içerirdi. Ama Amerikalı değilim!”

Hem Siyonizm’e hem de antisemitizme aynı anda karşı olmak ama mücadele ettiği ülkede çubuğu antisemitizme bükmek çok ayırt edici bir politik tutumdu.

Gazze’yle dayanışmak için aylardır sürdürdüğümüz Filistin’e Özgürlük kampanyası yaşasaydı en güçlü sesi olacak aktivistinden, Roni Margulies’ten mahrum tam bir yıldır. Ben de bir çok yoldaşı arkadaşı da Roni’den mahrumuz.

Osman Tümay, Roni’nin şiirlerinde de adı geçen kadim arkadaşı, hayat denilen kavgada belki de en eski yoldaşı Roni’den sonra oluşan boşlukla cebelleşmek için yaptıklarını çok etkileyici bir şekilde şöyle özetliyordu:

“Bugün Beşiktaş motorlarının yanaştığı iskeleye gittim Üsküdar’da. Düşündüm ki tekneden orta kısa boylu, buğday tenli, sakallı, asık yüzlü birisi inerse günün Roni’si o olsun, onu karşılamaya gitmiş olayım, hiç değilse uzaktan bir fotoğrafını çekeyim. Bunca yıldır sahicisini beklerken akıl edip çekememiş olmayı telafi etmeye çalışayım. Öyle ya, hep gelecekti, ne gerek vardı ki fotoğraflamaya? Aslında son birkaç kez aklıma gelmedi değil, ama elim varmadı, çekemedim. Sorsa ne diyecektim? Konuşulamayan onca konunun üstüne. Ama inen yüzlerce kişiden bir tane mostralık çıkmadı. Bir sonraki motoru beklememeye karar verdim, nedense ondan da, ondan sonra yanaşacaklardan da inmeyecekti öyle biri. İlk kez eli boş döndüm iskeleden. Buluşamadık. Belki bir önceki motorla gelmiş, sahaflara gitmiştir dedim, o tarafa yollandım. Ne garip, önünden geçtiğim her tabelayı hatırladım, üzerine yaptığımız esprileriyle birlikte. Sahaflarda sakallı gençler vardı, belli ki müdavimiydiler ora esnafının, yan gözle baktılar bana. Roni’yle sohbet eden sahafla başörtülü yardımcısı da oradaydı. Tanımadılar beni neyse ki; geçen sefer de dükkânlarına girip sohbete katılmamıştım. Gene girmedim içeri. Tamamdı. Tren istasyonuna yürüdüm, girerken son kez dönüp baktım meydana. Sonra Üsküdar’ı kapattım, çıkarken ışıkları da söndürdüm…”

Osman’ın söndürmesi gereken daha çok ışık, kapatması gereken daha çok kapı var, ben ise hala söndüremiyorum ışıkları, Roni’nin evinden aldığım çalışma masasında bilgisayarım ve sandalyesinde oturarak yazıyorum.

Tersini düşünenler yanılıyor, Roni, teorik ve politik olarak dünya kapitalizminin dünya işçi sınıfının kendi eylemiyle yıkılacağından bir saniye bile şüpheye düşmemişti. Kapitalizme karşı dizginleyemediği bir öfke işçi sınıfına karşı da gizlemeye elbette gerek görmediği bir güven besliyordu.

Bir yıldır Roni’nin ardından ortaya çıkan ve büyüyen boşluğu nasıl dolduracağım diye kafa patlatıyorum. Onun sosyalizm mücadelesine sıkı sıkıya sarılmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Biraz daha sakince düşününce, belki de, Roni’yle beraber mücadele eden herkesin fikirlerine sıkı sıkıya sarılmanın yolunun ışıkları kapamaktan geçtiğini fark edebileceğim. Biliyorum o olsaydı “amma da uzattın ha” derdi. Elveda komitacı, şair, çevirmen ve işçi sınıfı mücadelesinin keskin kılıcı olan yoldaşım. Öğrettiklerin ve öğretmeye devam ettiklerinle bin yaşa!

- Advertisment -