Studium ya da üniversite
Batı’yı Batı yaptığı düşünülen bilim, irfan, mukayese, tefekkür gibi hususlardan bahsedilirken aslında insanlığın ortak değerlerine mütevazı bir atıf söz konusudur. Bu atıflar ise, zımnen de olsa, ilk insandan bugüne değin sürdürülen hikmet serüvenine samimi birer işarettir. Dolayısıyla hikmet ve bilimde bir silsileden bahsedilebilir. İnsanlığın ortak değeri olarak bilimin kökleri bu bakımdan önemlidir ve serüveni anlamak bakımından da araştırılmaya layıktır. Bahsi edilen sürecin Batı dünyasında aldığı şekil ve kazandığı nitelik kendinden önceki örneklerde olduğu gibi nevi şahsına münhasır bir çerçeve çizmiştir. Bugün bu çizgi halen devam etmektedir. Öyle olunca, mevcudu anlamak bakımından Batı’nın insanlığın ortak mirasına sağladığı katkıları değerlendirmek hem koşul hem de zorunluluktur. Her iki husustan uzakta bulunmak ise hem zamanı hem de hali anlamaya mani bir duruma sebep olur. Sebeplerin peşi sıra gelmesiyle de bilgi, yerini önce ön kabullere ardından da hayallere bırakır. Böylece, çoğaltılan hükümler gerçek olanın perdelenmesine yol açar. Olabildiğince açık ve berrak bir görüntü elde edebilmek içinse şartsız ve kısıtsız araştırma yapmak bir ihtiyaçtır. Belki ancak bundan sonra elde edilecek bilgilerin neticesinde bir yaklaşım geliştirilebilir. Aksi durumda, olmayan bilgi ve gerçekçilikten uzaktaki çıkarımlarla bir tasavvur oluşturmak muhtemel ve mümkün değildir. Zaten böylesi bir girişimle ortaya konulabilecek yegane şeylerse hisler dünyasının ürettiği hayallerle zanlardan başkası olamayacaktır.
Hiç kuşkusuz Batı kendinden önceki kültürlerden tevarüs ettiği deneyimlere başkalarını ekleyerek yeni bir bakış geliştirmiştir. Yeniliklerin sonuçları, etkileriyle, sadece Batı ile sınırlı kalmamış, değişiklikler coğrafyasını aşmıştır. Batı, böylesi etkili girişimlerde bulunmuş olmasını iki unsuru temelli bir şekilde inşa edilebilmesine borçludur. Bunların ilki tefekkür metodolojisinde sebep olduğu köklü değişimdir. Tevarüs ettiği ne varsa nedenselliğin gereklerini yerine getirip yeni araştırma araçlarını uygulamaya sokabilmesi sebep sonuç ilişkisini kurumsallaştırmıştır. Nedenler ve etkileri üzerine sorulan yeni sorular metodolojideki değişimleri sürekli hale getirerek kendi kendini besleyen bir düzenin oluşmasına yol açmıştır. Üretilen kavramlar ise yeni düzenin birer habercisi oluşmuşlardır. Kavramların işlenmesi ikinci unsurun kurumlar şeklinde tebellür etmesiyle neticelenmiştir. Öncekiler gibi Batı’yı Batı yapan işlerin başında da zaten kurumların üretilmesi ve tesis edilmesi gelmiştir. İntikal sürecinde evvela miras aldıkları kavramları tetkik etmişler sonra ise tetkik ettikleri kavramları geliştirerek nitelikleştirmişlerdir. Ardından bu kavramlarla kurumlar inşa etmiş ya da tarihi köklerinden bulup çıkarmışlardır. Bu minvalde Batı’yı Batı yapan unsurlardan güce ilişkin regnumu, yapılanmaya dair ecclesiayı ve son olarak da entelektüel bir durumun ifadesi olması bakımından da studiumu ilmek ilmek işleyip birer gelenek haline dönüştürmüşlerdir.
Regnum ile ecclesianın bir araya getirilmesi, kaba bir bakışla, Batı’nın ilk temelini oluşturmuştur. Çünkü her ikisinde de güç ve organizasyon becerisinin ilkeleri gizlenmiştir. Öyle ki son tahlilde her biri diğerine teknik anlamda ihtiyaç duyar. Güç ve eylem yeteneğinin akılla ilişkisinin olmadığını iddia etmek ise mümkün değildir. Çünkü Batı’nın akıldan yoksun olduğu söylenemez. Eski de olsa uzunca bir dönem boyunca üç kıtada hüküm sürmüş Roma ile hakimane eserlerin telif edildiği Yunan dünyasının varlığı asla yadsınamaz. Her iki gelenek zaten Greko–Romen kültürünü meydana getirip regnum ve ecclesianın neşet etmesine vesile olmuştur. Bu ikilisine studium, akıl, zihin ya da muhakeme denilebilecek denli derinlikli bir unsur şeklinde katılarak Batı’yı oluşturan üçlüyü meydana getirmiştir. Studiumun Batı geleneğindeki kökleri Müslümanlardan tevarüs edilen yenileriyle bir araya getirildiğinde güçlü bir yapı teşekkül ettirilmiştir. Aslında Batı’nın 11. yüzyıldan beri aradığı düzen koyucu nitelikli akılcılık tam da burada bulunmuş, merakın hiyerarşik bir disiplinle nasıl terbiye edileceği ve dünya işlerini uyarlanacağı da bu sayede tanzim edilebilmiştir. Merak ve düşünmenin, Batı’da, başlı başına bir mesele olarak telakkisi ise aklın gündelik olana temasını zorunlu kılmış, dolayısıyla da müesseseleri ortaya çıkarmıştır. Böylece studium, regunum ile ecclesia arasında hem kuvvetli bir bağ hem bir denge hem de bir tamamlayıcı konumuna erişmiştir. O yüzden studium hem evvelki hem de bugünkü Batı’nın kurucu unsurlarından biri olarak kabul edilmelidir.
Studium Latince olup kurucu kelimelerden olarak Avrupa’yı meydana getiren ülke, kültür ve dillere köklü bir şekilde sirayet etmiştir. Sentaks açısından bakıldığında ise kelime Latin kökenli olsa da semantik çerçevede Batı aklının bir ürünü olarak telakki edilmelidir. Hem mahreç dilinde hem de sonraki çağlarda kullanıldığı üzere Avrupa dillerinde birbirinin yerine ikame edilebilmesiyle iki anlamlı bir hal almıştır. Latince birebir karşılığı şiddetli istek, arzu, gayret, kendini adama ve tutku gibi benzeri zihni ve bedeni nüanslarla dolu bir anlama gelirken içeriği birkaç yüzyıl boyunca zenginleşmiş, anlamı genişlemiştir. Aziz Augustine’nin de diğerleri gibi Batı’nın maddi ve manevi kurucu babalarından biri olarak bu kavrama dokunduğu görülmektedir. Çünkü hem 16. yüzyılda hem de bugünkü anlamda kullanımı biraz da bu babalar sayesinde olmuştur. Tutku, iştiyak ve şiddetli istek gibi durumlar öğrenme ve merak anlamıyla eşleşerek mani olunamaz bir merak, öğrenme isteği anlamı studiumun içine girerek hücrelerine yerleşmiştir. Merak önce Yaratıcı’yı bilmek isteğiyken sonrasında Yaratıcı’nın yarattıklarını bilmek ve künhüne varmak arzusuna dönüşmüştür. Arzu, salt manevi değildir; ancak salt maddi de olmamıştır. Şimdi uzaktan bakıldığında studiumun ars vivendi fehvasıyla bir hikmet arayışı şeklinde tasvir edilmekten uzakta bir konum arz etmeyeceği de söylenebilir. Çünkü studiumun sapientiae ile birlikte kullanıldığında omuzlarına aldığı yük tam da hikmete müteallik bir koordinat oluşturmaktadır. Ancak 16. yüzyılın sonrasında aşağıda da soyutlanacağı üzere bir itidal biçimini ve halini almıştır. Daha sonra ise yavaşça, araştırma yapma, üzerinde çalışma, tefekkür etme, ilintiler kurma, somut sonuçlar elde etme gibi anlamlar dünyasını meydana getirmiştir. Bu ise studium generaleler yoluyla üniversite anlayışına kadar uzanan ampirik aklın ilk işaretlerini üretmiş ve bünyesinde taşımıştır. Galiba studiumun modern Batı’da kazandığı bugünkü anlam ilk defa, kurucu metinlerden biri olan Summa Theologica’da da yazdığı üzere “…vehemens applicatio mentis ad aliquid…” cümlesiyle ifşa edilmiştir. Çünkü aklın kuvvetli bir biçimde bir şeylere uygulanması durumu gönüllülüğü, bir ölçüye kadar ihtisası ve bunları zihnen yapmayı emrediyordu. Summa gibi bir kurucu metin Batı aklı için ihtiyaç duyulan zemini oluşturdu ve Reform ile Rönesans’ta görünür olan sistemin tohumları böylece atıldı. Bu tohumlar studiumla 19. yüzyılın Batı dillerinde, hem el hem de akıl ile bilimsel araştırma yapmak, enformasyon üretmek, bunları sınıflandırarak fakülteleştirmek, fakülteleşen enformasyonları işlemek ve bilgiye dönüştürmek, akli bilimlerle nakli olanları sentezleyerek varoluşa dair bir şeyler söylemek anlamındaki kelimelere dönüştü.
Studium kelimesi Avrupa kökenli dillerin temelini oluşturan Latince’den çıkmış olmakla birlikte geçirdiği süre boyunca farklı anlamları bünyesine dahil edebilmiştir. Bu bakımdan ilk taşıdığı mana derinleştikçe derinleşmiş, maddi anlamından uzakta manevi bir atmosfer meydana getirebilmiştir. Batı aklının 12. yüzyıldan sonra aldığı şekil ve hal üzerinde, geçen onca süreden sonra hem sosyal hem siyasi hem de iktisadi unsurların etkisi yadsınmamalıdır. Bunun için bu dönüşümde şaşılacak bir yan bulunamaz. Batı aklının, Müslümanların gelenekleri ve onların taşıdığı değerler sistemini tevarüs etmiş olmasıyla başka bir mecrada hareket ettiği asla sır olarak kalmamıştır. Çünkü Müslümanların da Avrupalılar gibi miras aldıkları muharrik güç Batı’da da kendisini ilk hissettiren şey olmuştur. Diğer bir ifade ile ayan-ı sabitenin mahiyet ve hakikat boyutuyla insan aklını meşgul etmesi merak duygusuyla neticelenmiştir. Kuşkusuz bu duygunun her iki alanda da bir karşılığı olmuş ve ona göre bir sonraki evreyi etkilemiştir. 12. yüzyılın ardından merak, mahiyet çerçevesinde müteşekkilken 16. yüzyılın sonrasındaki merak hakikat şeklinde tezahür etmiştir. Merakın mahiyet şeklindeki örgütlenmesi gayet tabiidir. Zira zamanın ruhuna uygun olarak dil, kutsal hitap ve metinler üzerinden yol alması hem mecburi hem de kendiliğindendir. Merakın metafizik temellere yönlenmesi, hakikat boyutuna inmeden işlenmesi icap eden süreç niteliğindedir. 16. yüzyılda ise mahiyetin yerini göreceli de olsa hakikat düşüncesi almış, bu duygu da maddi dünyanın keşfine yol açacak gözlemlerin yenilenmesine yol açmıştır. Galiba 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren de, merak, eklektik bir hal alarak mahiyet ve hakikatin sentezlenmesine neden olacak yeni bir merak anlayışıyla görünür hale gelmiştir. Yeniçağ’da ise her ne kadar uygulamalı mekanik bilimler dönemi kuruluyor görünse de hermenötik biliminin, iki ayağı olan duygudurumla birlikte, merakın kendisini tahkim ettiğine şahitlik edilmiştir. Bu dönüşümün çıkış noktası studium kavramıdır. Zaten genel bir değerlendirme yapılmak istendiğinde studium tam da 12 ile 16. yüzyıllar arasındaki sürede merakın mahiyet dünyasından hakikat dünyasına evrilmesindeki döneme uygun bir biçimde hem temel kavram hem de müessese haline karşılık gelmektedir. Çünkü böylece 12. yüzyılın yersiz yurtsuz öğrenim merkezleri önce studium generalelere 16. yüzyılda da geleneği olan üniversitelere dönüşmüştür. Son tahlilde bu dönüşüm studium kelimesinin hem zahiren hem de batınen tam da kelimenin semantik dönüşümündeki gibi bir evrilmeye karşılık gelmektedir.
Studium fikrinin ortaya çıkışı ya da son zamanlarda bu durumu ifade etmek için kullanılan inovasyon, hem dünkü hem de bugünkü Batı’yı tasavvur etmeyi mümkün kılabilir. Dahası, Batı’nın olaylara nasıl yaklaştığının öğrenilmesine dair güçlü bir perspektif sunabilir. Gerçekten de studium fikri Ortaçağ Batı dünyası bakımından büyük bir buluş olarak anlaşılmayı fazlasıyla hak etmektedir. Çünkü studium particuladen studium generaleye geçiş kurumsal bir başkalaşmadan daha çok zihni bir dönüşümü ortaya koymaktadır. Başlangıçta studium yerel öğrenciler için yerel eğitmenlerin sunduğu bir hizmetin kendisiyken, daha sonra kıtaya yayılan bir eğitim hamlesinin kendisi haline gelmiştir. İlk studiumlar aslında resmi bir hüviyet bahşedilmeden kendiliğinden ortaya çıkan kurumlardır. Sonrasında lokal öğreticilerin yerel çeviri hareketleriyle birleşmesi sonucu yeni bir bilgi atmosferi oluşunca Avrupa’nın geri kalan kısımları bu gelişmeden haberdar olmuşlardır. Başlangıçta hukuk ve hukuka hazırlık niteliğinde iki okul biçiminde yürütülürken hem Bologna hem de Paris’in nüvesini teşkil edecek bir değişim geçirmişlerdir. Elbette bu değişimin arka planlarında ticari, ekonomik ve sosyal etkileşimlerin payı hatırlanmalıdır. Keza hemen hemen 11. yüzyılda ilköğretim-ortaöğretimle yüksek öğretimin ayrılmaya başladığının en önemli işaretlerinden biri de studiumların ortaya çıkmasıdır. Aslında bu ayrılma denilen durum oldukça karmaşık bir sürece karşılık gelmektedir. Öyle ki bu bahsi edilen ortaya çıkış katedral yakınlarındaki okullarda uygulanan Cassiodorus ile Aziz Augustine deneyimlerindeki genel içerikli bir eğitimin kendisi ve üniversitelerin nüvesidir. Zira buralarda yukarıda anılan geleneklere binaen trivium ve quadrivium gibi temel ders niteliğindeki gramer, mantık, retorik, aritmetik, geometri, müzik ve astronomi basit düzeyde öğretilmekteydi.
12. yüzyılda Montpellier, Paris ya da Bologna başta olmak üzere diğer okullarda henüz ne bir kraliyet ne de Papalık yetkilendirmesi söz konusu değildi. Buna rağmen öğrenciler akın akın bu okullara giderek Paris, Bologna ya da Montpellier gibi okullarda hukuk veya tıp eğitimi almaya çalışmaktaydılar. Yoğun olduğu gözlenen teveccühün kuşkusuz bir sebebi bulunmaktaydı ve Avrupa’nın hem fikren hem de ekonomik olarak genişlemesiyle ilgiliydi. Çoğalan öğrenci sayıları ise studiumların yerel yönetimler, kraliyetler ve Kilise’nin ilgisini çekmesiyle neticelendi. Sonrasındaysa hem öğrencilerin çeşitliliği hem de yönetimlerin daha ilgili olmaları studiumların üniversitelere dönüşmesine sebep oldu. Yöneticilerin bu kurumları sahiplenmelerinin arka planı az çok tahmin edilebilir. Ne var ki öğrencilerin yoğun ilgi göstermesinin gerisinde merak duygusu özellikle ve tekraren not edilmelidir.
Batı’nın ve dolayısıyla da aklının ilk tesis edildiği alanlardan biri yukarıda da zikredildiği üzere merak duygusunun temelli bir hal almış olmasıdır. Atalardan ve diğer kültürlerden tevarüs edilen bilgilerin yanı sıra doğanın gözlemine dayanan güdüsel merak neredeyse Ortaçağ Avrupa’sının tümüne yayılmış bir durumdaydı. Kuşkusuz Batı dünyası ile Müslümanlar arasında çeşitli vesile ve coğrafi temasların etkisi söz konusudur. Görme, duyma gibi duyusal kaynakların çevreyi anlamlandırmada temel enstrümanlar haline gelmesi ise elbette tesadüf olamaz. Saf anlamındaki bir merakın Batı aklını yakından etkilediği aşikardır. Karşılıklı etkileşimlerden ve çeşitli nedenlerden doğan bilme isteğinin Batı’nın görünür olmaya başladığı dönemlerde din üzerinden ilerlemesi de şaşırtıcı değildir. Zira temel bilgi kaynağı olarak kutsal kitapların yeganelikleri bilimsel çalışmaları da din çalışmaları kapsamında bünyesinde taşımaktaydı. Dolayısıyla ampirik araştırmaların öncesinde din genel kapsamlı bir tefekkür merkezini meydana getirmekteydi. Galiba bu denli yoğun bir araştırma için skolastik yönteme eşlik edense dil çalışmalarıydı. Böylece merakı gidermek için okumak, okumak için anlamak, anlamak için de dile nüfuz etmek temel prensibinden hareket eden Batı aklının ilk üzerinde durduğu alan lingüistik araştırmaları oldu. Batı’da bu alanda arada yüzyıllık bir süre olsa da ardı ardına önemli girişimler yaşandı. Toledo Çeviri Okulu’nu Venedik’te, Sicilya’da, Padua’da ve Avrupa’nın diğer şehirlerindeki çeviri hareketleri takip etti. Bu sayede Müslüman bilim insanlarının eserleri hızla ve neredeyse başarıyla Batı’ya aktarıldı. Bu aktarımda salt bilgiler değil, gelenekler de nitelikli bir biçimde Batı’ya tanıtıldı. İkinci ve en önemli girişim ise Kilise’nin 1311 yılında Viyana’da akdettiği 5. Ökümenik Konsil’de alınan kararlardı. Zira konsilde alınan kararlardan biri, tam anlamıyla uygulanabildiği tartışmalıysa da, İbranice, Yunanca, Aramice ve Arapça’nın Avignon, Bologna, Salamanca, Paris ve Oxford üniversitelerinde okutulma zorunluluğunun getirilmiş olmasıydı. Merakın dil üzerinden doğa bilimlerine kayması ise bir süre daha almış ve bugünkü namdar Batı üniversitelerin köklenmesiyle neticelenmiştir.
Üniversitelerle birlikte akademilerin Batı’nın bilim serüveninde oynadığı rol izahtan varestedir. Studium ile başlayan hikmete erişmek merakı ilerleyen yıllarda universitas birliktelikleriyle üniversite müessesesine dönüşmüştür. Bu bakımdan studiumu bir maya ya da bir muharrik şeklinde görüp ona uygun şekilde düşünmek gerekmektedir. Uzaktan değerlendirildiğinde studiumun üniversiteleşerek aslında bilimde ya da adına eğer bilmek denilirse işte onda bir hiyerarşinin kurulmasını kuvvetlendirdiği de iddia edilebilir. Hiyerarşinin Batı aklının bir icadı olmadığı kesin ve nettir. Ne var ki Batı aklının bilmekte bir hiyerarşi kurmayı ve bunun tescilini yani lisanslamasını bir üst boyuta taşıdığı açıkça tartışılmalıdır. Çünkü studium denen meraka müteallik çalışma Müslümanlardan alınan gelenekler ihtisas fikriyle geliştirilerek fakülteleşmeyi mümkün kıldılar. İşin daha da ilgi çekici yanı uzmanlaşmayı üniversite ortamında yaparak bilgi kaynağı olan mecraları ayrı ayrı noktalardan tek bir potaya doğru sevk edebildiler. Kamu Hukuku [Civil Law] ile Kilise Hukuku [Canon Law] en üst değeri teşkil ederken tıp ve hatta müzikte bile bir uzmanlaşma imkanını müesses kıldılar. Bu yaptıkları Müslümanlardan tevarüs ettikleri geleneğin yeni bir formda işlenmesiydi ki, yepyeni bir yaklaşımın hem nedeni hem de sonucu oldu. Zaten bundan sonra Batı’nın stuidum algısında ampirik çalışmaların kendini göstereceği uzmanlık alanları ardı ardına üniversitelerde ortaya çıktı. Oxford’da, Padua’da Vallodolid’de, Coimbra’da ya da diğer eski üniversitelerin çoğunda ihtisasa hasredilmiş yeni kürsülerin kurulmuş olması hep bundandır. Bilim alanındaki böylesi buluşlar topluma, iş ilişkilerine ve ilerleyen zamanlarda Kilise’ye bile sirayet etmiştir; hem toplumu, hem düşünceyi köklü bir şekilde değişime uğratmış, kısaca bugünkü Batı aklını inşa etmiştir.
Studium fikir ve uygulamasının Batı aklındaki önemli bir başka değişimini ise sivil toplumun oluşturulmasında görmek mümkündür. Sivil toplum anlayışı ise ortak alan fikri ile temayüz eder. Mesela üniversitelerin ortaya çıkmasına vesile olan öğrenci hareketliliği neticede öğrenci birlikteliklerini meydana getirmiştir. Öğrenci birliktelikleri ise Batı’nın hem toplumsal hem de hukuk alanlarındaki değişimine yol açmıştır. Bu yol açış kimi şehirlerde zor ve şiddetli olmuştur; ancak ekonomik ve düşünsel bir genişlemeye sebep olan öğrenci hareketliliği tüm olumsuz yanlarına karşın Avrupalı şehirler tarafından tercih edilen ve arzulanan bir unsura dönüşmüştür. Öğrenci hareketliliğin kurumsallaşması ise yeni bir hukuk alanının doğmasıyla sonuçlanmıştır. Bahsi edilen bu alan sivil alandır. Köklü bir geçmişi hatırlansa da Britanya Adası’nda gelişen Common Law da anakarada gelişen sivil alanın vuku bulmasına örnek olarak verilebilir. Sivil alan gerçekten sadece Batı aklı ve toplumu için ilerleyen zaman biriminde dünyanın diğer bölgelerini etkileyebilmiştir. Sivil alan ile bir bakıma devletin ve Kilise’nin dışında ve tüzel kişiliği hatırlatan daha hareketli başka bir sosyal yapı teşekkül ettirilmiştir. Sivil alanın güçlü kaldığı alanlar olmuş bu ise Batı’da ne devlet ne de Kilise’ye tabi olmayan halk kitleleri tarafından bir savunma mekanizması haline dönüştürülmüştür. Bu mekanizma, sonrasında, hukukun insan hakları gibi son derece netameli bölümleri de dahil olmak üzere yaşamı kapsayan bir yaklaşımın inşasıyla teçhiz edilebilmiştir. Şimdi bugün tüm bu olan bitenler bakıldığında kendiliğindenmiş gibi dursa da studium anlayışının hem kurucu hem yapıcı hem eleştiri hem de yürütücü niteliği asla göz ardı edilemez. Regnum ile siyaset alanı, ecclesia ile din alanı oluşturulurken studiumla da hukuk ve toplum alanı meydana getirilmiştir.
Sivil alanın entelektüel alanda zuhur etmesi ise 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren görünür olmaya başlayan serbest bilim merkezleri şeklinde de adlandırılabilecek akademilerin kurulmalarıyla karşı karşıya kalmıştır. Akademiler iki nedenden ötürü gelişip yaygınlaşma imkanını bulabilmişlerdir. Bunun en başta gelen sebebi sivil hukukun gelişmesi gibi bilimin de devletten ve Kilise’den uzakta bir yöntemi tercih etmesinde aranmalıdır. Akademilerle bilim insanları ne devleti de içine alan siyasi kurumlara ne de Kilise gibi son derece kesin doğruları olan kanonik yapılara ihtiyaç duydular. Her bir güç öbeğinden uzakta salt akıl ile herhangi bir sınırlamadan uzakta düşünmeye başladılar. Bu başlangıç yeni tartışmaların yaşanmasına zemin hazırladı. 19. yüzyılın ve bugünün araştırma merkezleri ile enstitüleri varlıklarını büyük oranda studiumun doğurduğu akademilere borçludurlar. Çünkü zamanla bu işin kuralları ve kaideleri de konularak bilimde metodolojinin tuğla tuğla imali gerçekleştirildi. Diğer olumlu bir başka sebep ise eleştiri fikrinin kendisine bir ortam bulması ya da oluşturulmasıdır. Gerçekten de kanon dışı tefekkürün aleniyet ve sadece bilimsel gerekçelerle eleştirilmesi özgün fikirlerin doğmasına vesile kılınmıştır. Zira entelektüel anlamda eleştiri ve muhakeme Batı aklının güçlenmesinde önemli bir rol oynamış, bu rol sonrasındaysa Batı’nın varlığına yol açacak denli vazgeçilmez bir müesseseye dönüşmüştür. Her ne kadar hem sivil alanın hem de eleştirel düşüncenin varlığı devlet ve Kilise’ye muhalefete sebep olacakmış gibi bir izlenim doğursa da öyle olmamıştır. Aksine eleştiri ve sivil alan Kilise ve devletin tahkimi ve kuvvetlendirilmesiyle sonlanmıştır. Şimdi uzaktan bakıldığında güç, Kilise ve aklın dengeli bir denetimi ile Batı’nın nasıl yol aldığı kolay olmasa da bir şekilde açıklanabilir durumdadır.
Studium, kendinden önce temayüz etmiş kültürlerde de görüleceği üzere Batı’nın yeniden kurguladığı bir bilme müessesesidir. Süreç boyunca bilmenin eksik gediklerini gidererek yenilediği, yeni teknik ve metotlarla kullanabilme becerisini melekeye dönüştürdüğü bir kurumdur. Bahsi edilen müessese, süreç içerisinde basitten karmaşığa doğru ilerleyen bir serüvenle üniversiteyi doğurmuştur. Metafizik ya da fizik yollarla elde edilen verilerden bilgiye dek bilmenin tüm katmanlarını eleştiri süzgecinden geçirerek somut ve akli delillerle teste tabi tutulan bir düşünce mahallidir. Genel bir bakışla ele alınmak gerektiğinde studium, Batı aklının geleneği aklileştirme sürecinin odağındaki merkezdir. Studium aslında ve bir bakıma bilimin asabiyetten uzaklaştırılma düzeninin karşılığı olduğu iddia edilebilir. Keza mayası olduğu üniversite ile Batı aklı, eslafınınki gibi, ihya ettiği bilimi asabiyetten uzaklaştırma başarısını gösterebilmiştir. Batı bu başarısını ise ehliyet ve liyakatı kurumsallaştırmasına borçludur. Studiumun hikmeti aramak ve bulmak düşüncesiyle Batı aklına bahşettiği ilmin yaygınlaştırılması becerisi tüm asabiyet faaliyetlerine sekte vurmuştur. Özellikle ilimdeki oligarşik düzenin işlevsizleştirilmesi Batı aklını parlatmıştır. Böylece ilim dar çevrelerin meşgalesi olmaktan kurtarılmış, bilmek eylemini hiyerarşik düzenin parçası olmaktan uzak tutmuştur. Ayrıca eleştiri ortamına ilişkin eşit şartların belirlendiği bir vasatı oluşturması da araştırma ve bilme anlamında studiumun kazanımlar hanesine eklenmelidir. Son tahlilde bilgi bir yitiktir. Peygamber Efendimiz’in de buyurduğu üzere bu yitik nerede ise onu almak bir vazifedir. Bunun için öncelikle yapılması elzem olan şey ise yitiğin yitik olduğunun farkına varmak, sonrasında da onun nasıl alınacağını bilmektir. Studium, Batı aklı için yitiğin keşfi ve muhafazasına mütealliktir. Batı aklı ise bunu studiumla başarmıştır!