Görüşmeler sırasında dizinin siyasi bilinç ve sosyal hatırlamaya katkısı konusunda gündeme getirilen bir başka nokta ise ne kadar küçük olursa olsun Hatırla Sevgili’nin sola karşı önyargıyı kırma ve sosyal uzlaşma adına zemin hazırlamada oynadığı roldür.
Son olarak, görüştüğümüz o günleri yaşamış olan bazı kişiler, Hatırla Sevgili’nin muhtemelen medyanın gücü sayesinde bir çeşit rahatlama sağladığını düşünmektedir. Bugüne kadar az sayıda insan arasında tartışılan bu konu artık kamuya ait bir bilgi haline gelmiştir.
Ancak görüşülen bir başka kişi, dikkatimizi yukarıda söz edilen pozitif görüşü sorgulayan önemli bir ihmale dikkat çekmiştir. Dizi bazı grupların acılarını ortaya sererken, aynı zamanda 1980 müdahalesi sonrasında Diyarbakır Cezaevi gibi çok önemli olayları da dışarıda bırakmıştır.
Söyleşimiz sırasında bahsi geçen kişi şu görüşü savunmuştur: “Bir kez daha Kürtlere sanki yoklarmış gibi muamele edildi. Dönemin adil ve tarafsız temsili nasıl olur da Diyarbakır Cezaevi’ni yok sayar? Bu durum yalnızca televizyon dizisinin sınırlarıyla açıklanamaz, özellikle de dizi tarihin belirli bir dönemine ışık tutma iddiasını taşıyorsa.”
Burada yeniden, görüşülen bir başka kişinin ifade ettiği, Hatırla Sevgili’nin var olan kalıpların ve klişe tiplerin ötesine geçemediğine dair görüşü gündeme gelmektedir. Tessa Morris-Suzuki, The Past Within Us isimli kitabında Nisio Kanji’den yaptığı alıntı bu bağlamda bir hayli anlamlıdır: “Tarih bilim değildir… tarih yalnızca kelimeler tarafından var edilen bir dünyadır. Bu insan yorumlarının dünyasıdır: dilin akışkan özünden biçimlenen ve şimdiyi yaşayan bizim geleceğe karşı hissettiğimiz umut, korku ve arzulardan ayırt edilemeyen insan bilgeliğinin belirsiz bir birikimidir”.
Ancak yazar geçmiş hataların mirasıyla hesaplaşırken farklı anlatıların artık sorumluluk alma biçimlerimiz üzerinde farklı etkilere sahip olduğunu öne sürerek bizi böyle aşırı bir tarihi göreceliğe karşı uyarmaktadır:
“Yahudi Soykırımı ve Japonya’nın Asya’da askeri olarak yayılması gibi olaylar hususunda, tüm anlatılara eşit derecede değerliymiş gibi muamele etmek – birinin diğerinden ‘daha iyi tarih’ olduğunu reddetmek – herhangi birinin geçmişin sorumluluğunu alması olasılığından vazgeçmesi anlamına gelmektedir. Tüm anlatılar eşit derecede doğru ya da yanlışsa, geçmiş hataların kalıntılarını kimin onaracağını belirlemek imkânsız hale gelmektedir ve bu nedenle bu sorumluluğu ele alacak biçimde hareket etmek de imkânsızlaşmaktadır. Bu dil, gerçek ve sorumluluk sorunu, birçok tarihçi ve başka bilim insanları tarafından yakın zamanda değerlendirilmiş bir meseledir. Sorun yine de çağdaş düşüncenin asıl ikilemlerinden biri olmayı sürdürmektedir.”
Yukarıda bahsi geçen argümanın ışığında, 1980 müdahalesi ve bunu izleyen vahşetle yakından ilişkili olan Diyarbakır Cezaevi olaylarını dışarıda bırakmanın önemini ve geçmiş hataların sorumluluğunu üstlenme açısından nasıl bir açıklama yapıldığını sorgulamamız gerekmektedir.