[14-16 Mart 2017] Belki hiçbir kavgada, karşımızdakilere asla unutamıyacakları; başlangıç noktasından veya esas meseleden bağımsız olarak içlerine yer edecek ve sizi her gördüklerinde “bu adam beni şöyle ezmeye kalkmıştı” diye tekrar hatırlayacakları şeyler söylememek gerekir. Fakat maalesef hayli sık yapılır bu hatâ. Günlük insan ilişkilerinde (belki aile içinde) daha çok rastlanır. Kısmen fazla yüz göz olmuşluk söz konusudur, kısmen aşırı duygusallık, kısmen gençlik ve tecrübesizlik, kısmen neler kaybedilebileceğini hesap edememek. Bir şekilde, taraflardan biri veya her ikisi çileden çıkar. Birbiriyle konuşma (akıl yürüterek ikna etme) biter; herkesin birbirine hem de avazı çıktığı kadar bağırması başlar. Pandora’nın Kutusu açılır; cin şişeden çıkar; normal koşullarda asla dile getirilmeyecek kadar yaralayıcı ve hırpalayıcı suçlamalar ortalığa dökülüp saçılır. Tartışmanın nereden çıktığı unutulur. Çatışma, ölçüsüzlük yüzünden geri dönüşsüz ve çözümü imkânsız bir sathı maile sürüklenir.
Ben bir iki tane böyle tip tanıdım hayatımda. Bir tanesi öz babamdı; tertemiz bir kişiliği vardı da, çok aşırı asabîydi maalesef. Bir kere sinirlendi mi, kızgınlığı kontrol edilmez bir hal alırdı. Çok kırar dökerdi ortalığı (mecazî anlamda). Başka bazıları o kadar art niyetsiz değildi kuşkusuz. Örneğin biri, öfkesini kasıtlı olarak besleyip büyütürdü. Tam yatıştı sandığınız anda, gider dolaşır, geri gelir ve tekrar başlardı. Meselesi, yenmek ve ezmek arzusuyla yanıp tutuşmasıydı. İllâ son sözü söyleyecek, altta kalmayacak, hiç geri çekilmeyecek ve daha çok bağıracak; sadece maçı değil, mutlaka her bir raundu da kazanacak ve kazandığı bütün çevresindekilerce de onaylanacaktı. Bireysel vicdanı yoktu; kendini hiç sorgulamazdı. Ruhî ve siyasî çöküşüne, La Fontaine’in öküz kadar olmak isteyen kurbağası misali, şişine şişine gitti.
Fakat asıl demek istediğim şu ki, böyle sınırsız ve kayıtsız kavgacılıklara günlük hayatta rastlanabilirse de, ülkelerin iç ve dış ilişkilerinde hiç olmaz. Olamaz. Daha doğrusu, olmaması gerekir. Örneğin a-b-c noktalarında, x-y-z gerekçeleriyle “siz yanlış ve haksızsınız” demek; üstelik de bunu sesinizi yükselterek değil alçaltarak yapmak, âdetâ fısıldayarak dikkat çekmek varken, bazı spor araba reklâmlarında olduğu gibi sıfırdan 80 kilometreye 5.3 veya 3.5 saniyede çıkarcasına, “ansızın” diye tarif edilebilecek bir zaman fasılasında volkan gibi patlayıp (sözüm meclisten dışarı) “alçak… namusssuz… köpek… kalleş… aşağılık herif…” diye başlarsanız, bir kere karşı taraf belki tek bir kelimeye takıldığı için başka şey duymaz olur; sizi dinlemekten bütünüyle kopabilir ve bir parça anlayacağı vardıysa da artık hiç anlamaz hale gelebilir. İkincisi, böyle bir feveran dolaysız muhataplarınızın da, dışarıdan izleyen üçüncü tarafların da gözünde sizi haklıyken haksız duruma düşürebilir.
Konuyla ilgili güzel atasözlerimiz vardır, biliyorsunuz; halkın belleği ve tecrübe birikiminde öfkeyle kalkan zararla oturur veya keskin sirke, küpüne zarar gibi uyarılar boşuna yer etmiş değildir. Biraz daha genişleteyim, izin verirseniz. Erken Ortaçağda bir deyim vardır, mala pugna diye. Kötü muharebe, kazanamıyacağın muharebe, içine çekilmemen gereken muharebe, (hele, tam devletleşememiş, bürokratik bir iskelet ve düzenli vergi sistemi kuramamış yarı-kabilesel başbuğluklar açısından) varını yoğunu bozgun meydanında bırakabileceğin muharebe anlamına gelir. Savaş gibi siyasette ve diplomaside de, denk veya üstün kuvvetlere karşı böyle kesin sonuçlu çatışmalardan kaçınmak; gücünü korumak, intihar saldırılarına girişmemek ve mümkün olduğu kadar az kayıp vermek esastır. Dahası, eğer şu veya bu mücadeleyi kendi ölçüleri içinde tutup olumlu bir sonuca bağlamak istiyorsanız, ilk bakışta tuhaf görünebilir ama, karşı tarafa bir çıkış yolu bırakmak büyük önem taşır. Haydi diyelim bir tarafı (kişiyi, grubu veya hükümeti) “düşman” bellediniz. Bu teşhisin doğruluğu veya yanlışlığı bir yana; hele modern dünyada, çok muhtemelen söz konusu “öteki”ni topyekûn imha edemiyeceğinizi bilmeniz ve kabullenmeniz gerekir. Her taraftan kuşatır, çok köşeye sıkıştırır ve kaçacak yer bırakmaz, habire üzerine üzerine giderseniz, geri tepebilir. Bunu ister fiziksel planda düşünebilirsiniz, ister mânen ve lâfzen. Birçok durumda, karşıtınız veya “düşman”ınıza belirli bir manevra alanı tanımak ve hattâ geri çekilebileceği (size daha hoş ve tatmin edici gelecekse “kaçabileceği”) yönü kendi elinizle göstermek, asıl akıllı tercih olabilir.
Bunları neden böyle yazdım uzun uzadıya? Almanya ve Hollanda krizlerinin geliişme süreçleri içinde, örneğin şu tavırların çok net yanlışlar oluşturduğunu düşünüyorum, hükümeti ve medyasıyla Türkiye açısından: (1) Dışişleri Bakanı Mevlût Çavuşoğlu’nun, daha uçağının iniş izninin iptali ihtimali ilk belirdiğinde, “çok büyük yaptırımlarımız olur” demesi (Hürriyet, 11 Mart), yani müzakere modundan çok hızlı tehdit (misilleme ve mukabele) moduna geçmesi. (2) Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın daha işin Almanya aşamasında (mealen) “ben kalkar oraya gelirim, yaparız, ederiz, engelleyemezsiniz” tarzı, hem karşı tarafı çok kızdıracak ve hem de (karşı tarafın hükümranlık haklarından ötürü) bıçak kemiğe dayandığında asla pratikte gerçekleştiremiyeceği bir meydan okuyuculuğa girmesi. (3) Önce “sen, eyy Almanya”nın, sonra “sen, eyy Hollanda”nın (bu ifadelerle) kollektif ve kapsayıcı bir Nazizm suçlamasına maruz bırakılması. Günler boyu “demokrasiyle alâkası kalmamış… Nazizme dönmüş… Nazizm artıkları… neo-Nazizm… faşizm… faşist Hollanda polisi… faşist Avrupa…” gibi deyimlerin, Erdoğan’ın da, hükümet yanlısı medyanın da dilinden ve manşetlerinden düşmemesi. (4) Son gördüğüm, işin bu sefer Hollanda’ya uzaktan yakından izafe edilebilecek bütün günahların hatırlatılmasına varması. Kimilerinin bir zamanlar Güney Afrika’da varolan ırkçı apartheid rejiminin de “Hollandalı göçmen”lerin işi olduğunu gündeme getirmesi. Gene Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ise Srebrenitsa katliamının bile sorumluluğunu Miloşeviç’in Sırp milliyetçisi çetelerinin omuzlarından alıp, basiretinin bağlandığı ve güvenlik zaafı gösterdiği doğru (ama işte anncak bununla suçlanabilecek olan) olan Hollandalı barış gücü komutan ve askerlerinin hesabına yazmayı (sanki asıl katiller onlarmış gibi) tercih etmesi.
Benim açımdan bunların hepsi, krizi çözebilecek ince cerrahî müdahaleler değil, krizi büsbütün tırmandırması kaçınılmaz olan (deyim yerindeyse) “buldozer” yöntemleri. Bakın, izleyin; bir süre sonra bu çok aşırı söylem ve iddialardan geri dönüş başlayacak. Ama tahribatın hepsi telâfi edilemiyecek; üstelik de çok haklı olduğumuz bir dâvâda, bu yanlış avukatlık tarzı Türkiye’ye de, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a da, özellikle yurtdışında, Avrupa’da yaşayan Türkiyelilere de getirdiği fayda değil zararla kalacak. Benim kendi vicdanî kanaatim bu şekilde. Özel olarak Nazizm meselesine, gelecek yazımda çok daha etraflı olarak değineceğim.