İzlemek için:
Geçtiğimiz günlerde fark etmişsinizdir; yine yeni kayyum atamaları gerçekleşti. Bununla ilgili bir soru sormak istiyorum. Türkiye’de siyasi alanın devletleştirilmesi veya merkezin lider tarafından sıkı bir denetim altına alınması, muhalefet açısından nasıl bir savunma stratejisi geliştirilmesi gerektiğini ortaya koyuyor?
Bu bağlamda, hem ideolojik hem de örgütsel anlamda muhalefetin ne tür adımlar atması gerektiği konusunda birkaç cevap rica ediyorum. Özellikle bu sürecin muhalefet üzerinde yarattığı baskılar ve alternatif yollar üretme gerekliliği üzerine görüşlerinizi paylaşabilir misiniz?
Birkaç tespitte bulunalım. Kayyum meselesi, seçm en ile siyaset arasındaki ilişkilerin yansıdığı, temsil alanının bir tür kamulaştırılması, devletleştirilmesi görüntüsü aldı. Bundan önceki dönemde de yaşandı bu. Yanılmıyorsam Türkiye’de 150’ye yakın kayyum ataması gerçekleşti.
Terör davasından yargılanan veya mahkûm olan kişilerle ilgili görevden alma ya da uzaklaştırma kararı elbette verilebilir. Ancak burada esas mesele, görevden alınan kişinin yerine kimin atanacağıdır. Demokratik bir düzende bu tür durumlarda belediye meclisinden bir kişinin atanması, temsil mekanizmasının ruhunu ve işleyişini korur. Ancak hükümet bunu yapmıyor; görevden alınan seçilmiş kişilerin yerine devlet görevlileri atıyor. Bu kişiler genellikle vali, kaymakam veya vali yardımcısı oluyor.
Bu tablo, adeta askeri darbe dönemlerini andırıyor. Askeri darbe dönemlerinde de partiler lağvedildiğinde, belediye başkanlarının yerine valiler veya dönemin sıkıyönetim komutanları atanırdı. Bu durum, Türk demokrasisi açısından son derece vahim. Dahası, bu uygulamanın bir alışkanlık haline gelmesi ve sıradan bir yöntem gibi algılanması, daha da vahim bir tablo yaratıyor.
Bir önceki dönemde bu durum yaşandı, ancak bu kez bunun tekrarlanmayacağı, seçimlerin getirdiği yeni meşruiyet çerçevesinde hükümetin bu yola başvurmayacağı umuluyordu. Ne yazık ki böyle olmadı. Aksine, bu durum sıradanlaştırıldı ve sistemin bir parçası haline getirildi.
Bir diğer önemli mesele ise yıllarca açık kalan soruşturma dosyalarıdır. Bu dosyalar durumu da demokratik düzen ve hukuk devleti ilkeleri açısından ciddi soru işaretleri barındırıyor.
Mesela Ahmet Türk’ün önceki dönemde görevden alınmasına yol açan soruşturma, zannediyorum ki bu dosya hâlâ tamamlanmamış durumda. Bu tür dosyalar açık kaldığı sürece, bu dosyalara işaret edilerek yapılan uygulamalar son derece keyfi bir hâl alıyor. Kaldı ki, soruşturma dosyasının açık olması, ortada bir iddianın bulunması anlamına gelir; bir hüküm verilmiş değildir.
Bu noktadan hareketle Emir, şunu söylemek isterim: 31 Mart seçimleri, toplumda ve muhalefette bir umut ve soru işareti doğurmuştu. AK Parti’nin yaşadığı oy kaybı ve terörün önemli ölçüde bastırılması, bir yumuşama ve normalleşme tablosunun oluşabileceği ihtimalini gündeme getirmişti. Bu çerçevede Türk siyasetinde bir parantez açılmıştı. Hatta bu normalleşme görüşmeleri bu kapsamda yapıldı.
Ancak özellikle Esenyurt Belediyesi meselesinden sonra –hatta biraz daha geriye gidersek, Kavala’nın yeniden yargılanmasına hükümetin yön vermesi ve yargının kapıları kapatması sonrası– bu normalleşme ihtimalinin devreden kalktığını gördük. Ahmet Özer’in tutuklanması, Esenyurt’a kayyum atanması ve ardından şu anda beş belediyeye ulaşan kayyum atamaları, seçilmiş kişilerin görevden alınması ve yerlerine kayyum atanması, bu parantezin kapandığını gösteriyor. Devletleştirme politikasının fütursuzca devamı bunun göstergesi.
Bu durumun bir boyutu bu. Diğer bir boyut ise son dönemde çıkarılan bazı yasaların uygulanma biçimiyle ilgili ortaya çıkan sorunlar.
Örneğin, iki gazeteci Fatih Altaylı ve İsmail Saymaz ile ilgili biliyorsun, en son yaptıkları haber ya da yorum nedeniyle “kamuoyunu yanıltma” iddiasıyla bir soruşturma açıldı. Bu soruşturmanın açılma nedeni ise Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın onların yaptığı haberi veya açıkladığı bilgiyi yalanlaması oldu. Bu durum faşizan bir tabloyu gözler önüne seriyor.
Bir yorumun, bir bilginin, hatta bir dedikodunun bile toplum tarafından bilinme hakkı vardır, özellikle konu siyaseti ve siyasi iktidarı ilgilendiriyorsa. Bu bilginin doğru olup olmadığını ise özgür araştırmacılar ve bağımsız yargı belirler; İletişim Başkanlığı değil. Ancak burada ortaya çıkan tablo, iktidarın istemediği her türlü yorumun ve haberin “halkı yanıltma” çerçevesinde değerlendirilip bir yaptırıma konu edilebileceğini gösteriyor. Geçmiş dönemde böyle bir uygulama yoktu. Bu tür gazeteciler hakkında halkı yanıltma iddiasıyla soruşturmalar açılmıyor, yaptırımlar uygulanmıyordu. Bu da ifade özgürlüğüne yönelik baskının giderek arttığını, adeta bir mengeneye dönüşerek daha da sıkıştığını ortaya koyuyor.
Benzer bir örnek de Nasuh Mahruki olayı. Attığı bir tweet nedeniyle, bu kez “yalan haber yayma ve yargıyı yanıltma” suçlamasıyla tutuklama kararı verildi. Bu tablo, kayyum meselelerinden başlayarak devletleştirme ve siyasi alanı kontrol altına alma çabaları yanında aşırı otoriter, disipliner bir toplum uygulamasının derinleştiğini ve iktidarın bu konuda son derece rahat hareket ettiğini ortaya koyuyor.
Bir diğer önemli konuya da değinmek gerekiyor: iktidarın, Cumhuriyet Halk Partisi’ne yönelik uyguladığı sıkıştırma politikası. Bu politika, genellikle bir kriminalizasyon süreci üzerinden ilerliyor. Suç iddialarıyla veya imalarıyla bu parti üzerinde bir baskı oluşturulmaya çalışılıyor. Ahmet Özer meselesi buna bir örnektir. Ahmet Özer’in tutuklanmasının ardından, Cumhuriyet Halk Partisi’nin DEM Parti ile olan ilişkisi üzerinden ahlaki ve siyasi bir yargılama yapılmaya çalışıldı. AK Parti’nin, bu tür olaylar üzerinden CHP’yi kamuoyu nezdinde mahkûm etmeye çalışması da bu stratejinin bir parçası gibi görünüyor.
Bir başka dava da malum, Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili. Kılıçdaroğlu, yıllar önce, 2014’te dokunulmazlığı varken sarf ettiği bir sözden ötürü Cumhurbaşkanı’na hakaretten ağır bir hapis cezasıyla karşı karşıya. Bu durum da son derece otoriter ve faşizan bir rejim görüntüsü sunuyor. İmamoğlu’yla ilgili ona siyasi yasak getirebilecek asıl dava, adeta demoklesin kılıcı gibi hâlâ üzerinde duruyor. Bu tür davaların hepsi, Cumhuriyet Halk Partisi’ne yönelik alan daraltma politikaları veya manevraları olarak tanımlanabilir.
Cumhuriyet Halk Partisi, bu duruma karşı ne yapabilir? İki temel politika izlenebilir. Bunlardan ilki, kendini siyaset sahnesinde, medya üzerinden ve kamuoyu önünde savunmaktır. Bu savunmayı yaparken, Kılıçdaroğlu’nun son duruşmada yaptığı gibi, durumu ifşa ederek ve yapanı itham ederek yol alınması önemlidir. Bu, eleştirel siyasetin bir parçasıdır ve toplumsal muhalefetin önemli bir unsurudur. Toplumu harekete geçirmek, bugün zaman zaman yapıldığı gibi, bu tür uygulamalara karşı toplumun duyarsız olmadığını göstermek ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin buna vesile olması son derece önemlidir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu doğrultuda hareket etmesi elzemdir.
İkinci strateji ise eleştirel siyasetin ötesine geçerek kurucu bir siyaseti benimsemektir. Bu, yeni önerilerle ve yeni çerçevelerle iktidarın ve toplumun karşısına çıkmayı gerektirir. Sadece eleştirel siyaset yapmak, muhalefeti dar bir alana hapsedebilir ve hatta AK Parti’nin kurmak istediği tuzaklardan biri olan bu dar alanda sıkışmaya yol açabilir. Dolayısıyla Cumhuriyet Halk Partisi’nin, bu tür tuzaklardan kaçınarak kendi bağımsız politikalarını oluşturması ve bu politikalarla topluma bir çıkış yolu göstermesi gerekir.
Kürt meselesi buna iyi bir örnek teşkil eder. Kürt meselesinde kayyumlara, tutuklamalara ve insan hakları ihlallerine itiraz etmek elbette önemlidir. Ancak bu itirazların ötesinde, Cumhuriyet Halk Partisi’nin Kürt meselesinin ne olduğunu ve nasıl çözüleceğini net bir şekilde belirlemesi, kendi politikasının ana çerçevesini oluşturması ve bu çerçevede siyaset yaparak topluma bir çıkış yolu göstermesi gerekmektedir. Bu, partiyi bağımlı bir değişken olmaktan çıkarıp tamamen bağımsız bir aktör hâline getirebilir.
Sonuç olarak, Cumhuriyet Halk Partisi’nin hem direnmek hem de alternatif politikalar üreterek kurucu bir siyaset inşa etmek üzere bu iki eksende hareket etmesi gerektiğini düşünüyorum. Özetle, hem iktidarın politikalarına karşı duruş sergilemek hem de bu politikaların yerine alternatifler sunarak bir çıkış yolu göstermek şarttır.