Anayasa tartışmasının hengamesi arasında, 13 Ocak 2016’da Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz bir basın toplantısı düzenleyerek, uzun süredir hazırlığını yaptıkları “orta öğrenim müfredat değişikliği”nin taslağını açıkladı.
Hem taslağın içeriğinde yer alan kimi konular, hem de hazırlık sürecine eğitim alanının farklı ideolojik-politik yaklaşımlar içinde olan paydaşlarının demokratik şekilde katılımının yeterince sağlanmaması, taslağın bütününün üstüne çıkan sert bir tartışmaya neden oldu.
Bakan Yılmaz ise, içlerinde yüzden fazla akademisyeninin de yer aldığı 1000’i aşkın uzmanın konu üzerinde çalıştığını belirtti. Ancak bunların kim olduğu ve hangi kurumlara bağlı bulundukları hakkında aydınlatıcı bir bilgi verilmedi.
Müfredat değişikliğinin gerekçesi “Bireyin ve toplumun değişen ihtiyaçları, eğitimde niteliğin arttırılması ihtiyacı, bilim ve teknolojide gerçekleşen değişiklikler ve gelişmeleri öğrenme ihtiyacı; öğrenme ve öğretme kuram ve stratejilerindeki araştırmalar, değişiklikler ve gelişmeler, ulusal ve uluslararası değerlendirme sonuçları ve ölçütlerindeki değişiklikleri öğrenme ihtiyacı, vb” şeklinde açıklandı.
Bilindiği kadarıyla dünyada müfredat değişikliği ortalama on yılda bir yapılıyor. Türkiye’de AK Parti döneminde ise yaklaşık beş yılda bir yapıldı.
Bakanın verdiği bilgiye göre yeni müfredat taslağı 20 Şubat 2017’ye kadar askıda kalacak. Bu süre içerisinde kurumlar ve bireylerden katkıları ve eleştirileri isteniyor. O tarihten itibaren 2017-2018 eğitim-öğretim yılının kitap yazımına başlanacak. İlk etapta 1’nci, 5’inci ve 9’uncu sınıfların müfredatında değişiklik yapılacak. Ama bu değişiklik TEOG, YSG ve LYS sınavlarında herhangi bir farklılık yaratmayacak. Gelecek yıl ise sırayla 2, 6, ve 10’uncu sınıfların müfredatı değişikliğe uğrayacak.
Galiba müfredat değişikliğinin basın toplantısıyla kamuoyuna açıklanması da bu şekilde ilk kez oluyor. Bakan İsmet Yılmaz basın açıklamalarını ve taslağı askıya çıkarma amaçlarını “Eksikleri görmek ve düzeltmek” şeklinde ifade ediyor.
Taşı ayağına düşürmek
Ancak değişikliğin kapsamında yer alıp tartışmalara neden olan konular, bir kere daha Türkiye’nin öne çıkan fay hatlarıyla ilgili. Bu nedenler basın toplantısını takiben sert saflaşmalar oldu ve giderek müfredat değişikliğinin bütününün sorgulanmasına yol açtı.
MEB’in web sayfasında da yayınlanan taslakta, Cumhuriyet dönemi darbelerine, özellikle 15 Temmuz darbe girişimine dair bilgilere genişçe yer veriliyor. Buna karşılık Atatürk ve Atatürk bağlantılı bilgiler sınırlanırken, İnönü ve İkinci Dünya Savaşı döneminden hiç söz edilmiyor. Biyoloji dersinin ilgili ünitesinden de İngiliz bilim adamı Charles Darwin ve Evrim Teorisi çıkarılmış durumda. Doğal olarak müfredat tartışmasının odağını da bu konular oluşturuyor.
Aksi ileri sürülse bile, medyaya yansıyanlara göre, taslağı bakanlığın ilgili bürokratları ve İslamcı-muhafazakar eğilimli Eğitim-BirSen sendikası birlikte hazırlamış. Bu hazırlık aşamasında, üniversitelerin eğitimle ilgili uzmanlığa sahip bölümlerinden ve akademisyenlerinden de, eğitim alanında örgütlü diğer sendikalardan da görüş alınmamış. Onlara taslak askıya çıktıktan sonra usulen “son bir ay içinde görüş iletin” dendiği belirtiliyor.
Hem öne çıkan sınırlı birkaç konu, hem de taslağın hazırlık aşamasında katılımcı bir şekilde ele alınmaması, sonuç itibariyle taslağın bütününün değil bu mevzuların tartışılmasına yol açmış görünüyor.
Niyet toplum mühendisliği değilse…
Toplumsal farklılıkların gözardı edilemeyecek bir yelpaze oluşturduğu Türkiye’de, eğitim müfredatı üzerinde bir değişikliğe giderken katılımcı bir hazırlık aşamasının düzenlenmesi beklenirdi. Böylelikle, daha başlangıç evresinde ortaya çıkacak birçok sorunun demokratik bir müzakere ve diyalog yoluyla çözümüne ulaşılabilirdi. Ancak MEB bunu başlangıçta yapmayıp, taslak ortaya çıktıktan ve zaman iyice daraldıktan sonra katkı çağrısı yaptığı için, niyeti ister istemez sorgulanıyor.
Bu bağlamda konuya eleştirel yaklaşanlar “müfredatta sadeleşme”nin ders kitaplarında ”sadeleştirme ve basitleştirme” adımlarına yol açtığını, bunun da özellikle bilim, felsefe, tarih ve sanat derslerinin ünitelerinde sınırlamaya gidilmesi sonucunu doğurduğunu belirtiyorlar.
Yine aynı kesimler, bakanlığın böyle bir müfredat değişikliği hazırlamakla “dini” ve “milli” kavramlarının yoğun olarak kullanıldığı ve içeriği belirlediği yeni bir müfredatın amaçlandığı, bunun da ister istemez söz konusu müfredatın bilim ve gerçeklikle bağının zayıflamasına yol açtığı yönünde eleştiriler dile getiriyorlar.
Bilimde, sanatta ve müzikte yeni isimler
İslam dünyasının bilime katkı sunan isimlerinin bugüne kadar genç nesillere tanıtılmamış olması önemli bir eksiklik ve zaaftı. Hakkaniyetli bakılacak olursa, dünya bilim ve sanatına özellikle yükseliş döneminde İslam coğrafyasından olağanüstü katkılar söz konusu olmuştu. Günümüz bilim ve sanatı, geldiği düzey itibariyle Batılı bilim insanları kadar onlara da borçlu.
Batılı bilim insanlarının yanısıra Müslüman dünyasının müfredatta şimdiye kadar yeterli yer verilmeyen önemli isimlerinin de öğrencilere tanıtılması önemli ve olumlu bir gelişme olarak görülmeli. El Hazini, El Biruni, El Cezeri, İbn-i Heysem, İbn-i Rüşd, Beni Musa Kardeşler, Ali Kuşçu, Uluğ Bey ve El Kindi, alanlarına bağlı olarak tanıtılan bu gibi isimler arasında yer alıyor.
Yine bilişim teknolojisinin hızlı gelişimine bağlı olarak kod yazımlarının programa alınması da yerinde bir adım sayılıyor. Öte yandan bunlar da yeterli değil, çünkü günümüzde bilimsel ve teknolojik değişim çok hızlı akıyor.
Görsel sanatlar alanında çağdaş resim, fotoğraf, minyatür, ebru, hat, tezhip ve çini dallarında, kimi yaşayan sanatçılara ve eserlerine; müzik alanında kanto, Anadolu rock, aranjman, tango, hafif müzik, Türk pop müziği, arabesk dallarında yaratıcılık ve katkılarıyla ün yapan, aralarında halen yaşayanların da olduğu sanatçılara ve eserlerine derslerde yer verilecek. Bu adımın orta öğrenimde öğrencilerin müzik ve sanat eğitim ve öğretimine ilgilerini oldukça artırması bekleniyor.
Müfredatta ideolojik takıntı
Müfredat taslağının yukarıdaki bölümde ifade edilen olumlu yönlerini gölgeleyen unsurlara, yazının girişinde kısaca değinmiştim.
Öncelikle şunu kabul edelim; ister dindar ister laik olsunlar, yakın tarihe ister soldan ister sağdan baksınlar, bu ülke vatandaşlarının çocuklarının sonuç olarak aynı müfredat doğrultusunda eğitim almaları gerekir.
Ülkenin kurtuluş ve kuruluş iradesini ve bunu şahsında toplamış tarihi kişiliklerini, düşünce ve rollerini de öğrenmeleri icap eder. Genç nesillere bunun bir program dahilinde aktarılması ve öğretilmesi, devletin eğitim yoluyla gerçekleştirmesi gereken fonksiyonlar arasındadır.
Ancak bu fonksiyonu yaşama geçirirken, iktidar gücünü elinde tutan grubun kendi ideolojik ve politik angajmanını müfredat programı haline getirmesi, iç barışı bozacak tohumları devlet eliyle ekmek anlamına gelecektir.
Ülkenin inanç, etnik kimlik, kültür, tarih vb realiteleri dikkate alınmadığında, niyet o olmasa bile yapılan bir tür toplum mühendisliği dayatmasına dönüşecektir. Nitekim Türkiye’nin Cumhuriyet tarihi bunun örnekleriyle doludur. Bu nedenle de eğitimde bir türlü dikiş tutmuyor. Galiba bu son müfredat değişik taslağında bakanlık sembol isimler ve konularda bir anlayışın etkisini göstermeye müsait adımlar atınca toplumun önemli bir kesimi böyle bir izlenim edindi.
Eğitimde reform şart!
Sansasyonel konularla uğraşmak ve ideolojik hesaplaşmalara dalmak, ciddi sorunları bulunan eğitim hayatımızı maalesef kurtarmıyor. Çok uzağa gitmeye gerek yok. AP iktidara geldiğinden beri kaç milli eğitim bakanının değiştiğini unuttuk. Üstelik her biri de kendi döneminde bayağı bir hamle yaptığı iddiasındaydı.
OECD’nin her üç yılda bir yaptığı eğitim araştırmasının 2015’e ait sonuçları 2016’nın son aylarında açıklandı. Eğitim kalitesini birçok temel alanda ölçen PİSA testinden fena halde çaktık. Çocuklarımız önemli bir bölümü Türkçe okuduklarını doğru dürüst anlayamıyorlar.
Sınav sistemlerinde neredeyse her yıl yapılan değişiklikler öğrencileri şaşkına çevirdi. Öğretmen yetiştirme programlarımız bir türlü istenilen düzeyi yakalayamıyor ve bu da eğitim kalitesini doğrudan aşağı çekiyor. Ne kendi dillerimizi öğretebiliyoruz, ne de (en az) bir yabancı dili. Okuma, kitap sevgisi, merak, yaratıcılık gibi vasıflara genç nesillerimizde fazla rastlanmıyor. Dersaneler kapatıldı ama bilgi ve sınav teknikleri noktasında doğan açığın nasıl kapatılacağı halen meçhul.
OECD ülkeleri arasında Türkiye gelir adaletsizliği bakımından Avrupa’da birinci. Bu durum okul öncesinden başlayıp üniversiteye kadar bütün eğitim öğretim kademelerini derinden etkiliyor. Sosyo-ekonomik güçlükler eğitim yaşındaki çocukların çalışmasına; kızların çocuk yaşta evlendirilmeleri, evde iş yapmaları ve kendilerinden küçüklere bakmalarına; paralı ve keyfe bağlı olması nedeniyle okul öncesi eğitimden mahrum kalmalarına yol açıyor. Yaklaşık bir milyon çocuğun bu durumda bulunduğu tahmin ediliyor. Hattâ TUİK’in İstatistiklerle Çocuk 2014 başlıklı raporunda, daimi yoksulluk eşiği altında yaşayan 17 milyonluk nüfusun yarısının çocuk olduğu belirtiliyor. Bunun eğitime nasıl yansıdığını tahmin etmek zor olmasa gerek.
Eğitim Reformu Girişimi (ERG) ve Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nın (TEGV) “Çocukların Gözünden Okulda Yaşam” başlıklı raporları, eğitimdeki durumu etraflıca incelemiş ve önerileri toparlamış. Buna göre ikili öğretimin azaltılması; sosyal etkinlik ve beslenme konusuna daha fazla önem verilmesi; ortaokullarda haftalık ders sayısının azaltılması; okulların fiziksel şartlarının düzeltilmesi, seçmeli ders seçiminin bizzat öğrencilere bırakılması ve katılımın artırılması; şiddeti önleme ve izleme mekanizmalarının iyileştirilmesi öneriliyor.
Hiç şüphesiz Milli Eğitim Bakanlığı bunların çok ötesinde bilgi ve değerlendirmelere sahiptir. İyi planlanmış bir süreçte, eğitim çalışmalarının bütün paydaşlarının demokratik katılımının sağlandığı, ideolojik ve politik angajmanlara prim vermeyen bir çalışmayla bugünü ve geleceği kucaklayacak bilgili, yetenekli, yaratıcı, vicdanlı ve başı dik nesillerin yetişmesine imkan sağlayacak bir eğitim reformu pekâlâ mümkündür.
MEB ülkenin en netameli konularını müfredat değişikliği kapsamına alarak, yapacağı olumlu değişikliklerin de tartışma konusu olmasının kapısını kendi eliyle açmıştır. Vakit varken bu konularda ısrardan vazgeçilmelidir.
Çünkü bilim ve tarihe dini ve resmi etiket vurmaya çalışmak hemen her zaman başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Charles Darwin gibi tarihe malolmuş şahsiyetleri ve onlardan kalan düşünce ve tezleri yeniden kalıba dökmek, bir süre için rahatlık sağlasa bile orta ve uzun vadede, bu işe girişenlerin umduğunun tersi sonucu verir.
Bütün bunların bize gösterdiği, eğitimde reformun şart olduğudur.