Hz. Muhammed’in soyundan geldiğine inanılan, İsmaili mezhebinin imamı Ağa Han (88), Portekiz’in başkenti Lizbon’daki evinde geçtiğimiz hafta hayatını kaybetti.
Ağa Han İsmaili mezhebinin liderliğini 1957 yılında büyükbabasından devralmıştı. 20 yaşında cemaatin başına geçen Harvard mezunu Ağa Han’a aynı yıl İngiltere Kraliçesi Elizabeth tarafından ‘majesteleri’ unvanı verilmişti.
Mimarlıkla ilgisi olanlar Ağa Han Mimarlık Ödülleri’ni mutlaka duymuştur.
1977 yılından beri verilen mimarlık dünyasının en prestijli ödüllerinden biri. Üçer yıllık sürelerle dünyanın birçok ülkesinden adaylar belirleniyor, araştırmalar yapılıyor, finale kalanlar tanıtılıyor ve gene bağımsız bir uluslararası bir seçici kurul tarafından değerlendiriliyor. Bu ödüllerin amacı İslam dünyasındaki mimari fikir geliştirme ortamının canlandırılması, projelerin, ki bunların içine koruma-restorasyon, peyzaj, sosyal konutlar, sosyal hizmet binaları gibi farklı türlerde olabilir, teşvik edilmesi, başarılı eserlerin tanıtılması.
Ağa Han’ın adını duyunca hep aklıma daha öğrenciyken tanışmış olduğum, fikirlerine, yol göstericiliğine her zaman çok ihtiyaç duyduğum (hatta birlikte çok sayıda radyo programları da yaptığım) Turgut Cansever gelir.
Turgut Cansever Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü farklı projelerle tam 3 kere kazanan tek kişi.
Türkiye’den on mimar bugüne kadar bu ödüle layık görülmüş. Ertan Çakırlar, Sedat Hakkı Eldem, Çelik Gülersoy, Sedat Gürel, Nail Çakırhan, Behruz Çinici, Cengiz Bektaş, Han Tümertekin ve Emre Arolat da Ağa Han Mimarlık Ödülü kazanan diğer Türk mimarlar.
Uluslararası bir prestije sahip olan bu mimarlık ödülü yanında vakfın yaptığı faydalı işler, verdiği burslar, kurduğu enstitüler, üniversiteler… Bunlar zannedersem vakfın Türkiye’de pek bilinmeyen tarafları. Ağa Han’ın yaptıklarının bu açıdan da tartışılmasının önemli olduğunu düşünüyorum.
Ağa Han Vakfı’nın yaratıcı enerjiyi harekete geçirme stratejisi
Vakıf 30’dan fazla ülkede eğitimden sağlığa, sosyal yardımlardan toplumsal gelişmeye çok geniş bir alanda faaliyet gösteriyor. Bunların her birinde dikkat çekici olan vakfın amaçları doğrultusunda seküler yöntemler izlemesi, yani evrensel ağlara açılması ve kökenindeki cemaat kimliğiyle hareket etmemesi.
Vakıf aynı zamanda yarışmalar yoluyla kentsel tasarım, mimari, peyzaj projeleri hazırlatıyor, uyguluyor hatta kimi zaman da Kahire’de Selahaddin Eyyubi zamanından kalan surların çevresindeki kültürel peyzaj alanında, El-Ezher parkında, İskenderiye Kütüphanesi’nde olduğu gibi kamu hizmetlerini yapılandırıyor, ayrıca yönetimini de üstleniyor. Böylece vakıf bir bakıma kamunun yapamadığı ya da eksik bıraktığı işleri yapıyor:
Fikir geliştirme alanını destekliyor, kültürel alanda yenilikçi yönetim deneyimleri sergiliyor.
Müzeler, anıtlar, kültür merkezleri, kütüphaneler, arkeolojik bölgeler… Müştereklerin piyasa aktörleri ya da bürokrasi tarafından yönetilmelerinde yaşanan krize misyon odaklı, özerk yönetim yapılarıyla cevap veriyor. Neo-liberal koşullarda kamusal niteliğin kaybına karşı yaratıcı enerjiyi harekete geçiriyor.
Bu nedenlerle şimdi unutulan Avrupa Kültür Başkenti programı hazırlıkları sırasında çok sayıda uluslararası uzman yanında, UNESCO Dünya Mirası Komitesi uzmanları yanında, Ağa Han Vakfı’nın yöneticilerinden Philippe Bouleau’yu İstanbul’da Arkeoloji Müzesi’nde düzenlenen sempozyuma davet ettiğimizi hatırlıyorum, dünyada eşi benzeri olmayan İstanbul Karasurları gibi büyük bütçeler harcanarak mahvedilen, kötü yönetilen anıtlar ve çevrelerindeki alanlar, sivil mimarlık dokusu için yönetimsellik biçimlerinin tartışılması için.
İstanbul da 1985 yılından bu yana UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan bölgelerinde önemli bir sorun yaşıyor. Kültürel mirasın korunması konusunda yaşanan ve uluslararası boyutları olan bu krizin yenilikçi deneyimler, çözümler geliştirilmesi, şehir yönetimleri bir fırsata dönüşmesi için devlet gücünü, kariyer imkanlarını kullanan seçkinler, imtiyazlı topluluklar imkan tanımıyorlar.
Geleceği geçmişin tahakkümünden kurtarmak
Ağa Han belki “Batı” dünyasının saygın kültürel ortamları içinde hayırsever bir kişilik olarak ilgi görmüştü. Ama yaptıklarının tıpkı Turgut Cansever gibi kimi zaman da anlaşılmadığını düşünüyorum.
İktidar ayrıcalıkları ile donatılmış bağımlı profesyoneller nasıl Cansever’i “bizden-bizden olmayan” sorunsalı içinde algıladıysa, Ağa Han’ın dokunduğu ya da sorun ettiği radikal dönüşümün bir ölçüde hayırseverlik alanına izole edilerek ehlileştirildiğini ve kamusal alandaki etkilerinin sınırlandırıldığını söyleyebilirim.
Türkiye gibi ülkelerde mimarlık, sanat sermaye sahibi zümrelerin yaşam biçimlerine hitap eden meseleler olarak algılanıyor. Ağa Han İslam ülkelerindeki mimarlık ve tasarım alanındaki sorunları dert ediyordu ve nedenlerini arıyordu.
Ağa Han farklı bir şey yaptı, bu meselenin göründüğü gibi olmadığını göstermeye çalıştı.
Farklı bir mantıkla işleyen bilim, sanat, tasarım gibi konuların ideolojik temsillerle, güçlerle bağlarını koparmayı denedi. Onun liderlik biçiminin bir ulus-devlet modeline dönüşmemiş, cemaatin farklı coğrafyalarda yaşıyor olması da bunda etkili olmuş olabilir.
Belki “aynı imkanlara sahip olsa, belki başka liderler de bu tür işler yapabilirdi” diyeceksiniz. İslam toplumlarında da, onun kadar, hatta ondan daha çok imkanlara sahip olan liderler oldu. Ama bu imkanları elde etme biçimleri kimi yerde onları koşullandırdı.
Dini değerleri hiç sorgulamadan temsil ediyormuş gibi yaptıklarında, iktidar gücü onları neo-liberal dönüşümün aktörleri haline getirdi.
Ne tuhaf bir paradoks ama değil mi?
Büyük savaşlardan sonra dünyanın en zengin insanlarının mimarlık, sanat kurumları aracılığıyla -sınıf atlama derdinde olan ve bu nedenle halkları tuzağa düşüren milliyetçilere ve popülist politikacılara karşı- sanki halklara bir tür mücadele perspektifi kazandırmaya çalışmaları?
Ağa Han’ın şarkiyatçılığı dönüştürme planı
Ağa Han’ın entelektüel alanın ayrı bir “praksis” olduğunu, bunun işleyiş mantığının piyasa ve iktidar yapılarından ayrı olduğunu fark eden “Batı” dünyasında yetiştiğini unutmamak gerekir. Bu karşılaşma arkasında muazzam bir mücadeleler tarihi olan ve kuşaklar arasında bir etkileşim yaratan bir birikimin sonucuydu.
Oysa zihinsel alanın sekülerleşmesi “Batı” dünyasının 19. yüzyıldan beri yüzleşmeye çalıştığı şeydi. Bunun da coğrafyayla, toplumlarla pek bir ilgisi yok. Asıl mesele “gelenekleri yaşatıyorum, değerlere sahip çıkıyorum” diyerek kamusal alanı kapatan seçkinlerin düşünce alanını tahakküm altına almaları ve elde ettikleri imtiyazlarla uyguladıkları şiddetten kaynaklanıyordu.
Olay “Batı” da geçtiği halde, yaşanan çelişkinin İslam toplumlarına aitmiş gibi gösterilmesiydi.
Mimarlıkta modernist, yani moderni taklit eden gibi geçmişi yeniden canlandırdığını iddia eden akım da aynı ölçüde profesyonellerin zihin dünyalarını bağımlı hale getiren, felç eden girişimler olarak görülebilir. Bunların her ikisi de aynı şekilde işler, mimarların zihin dünyalarını iktidarlara bağımlı hale getirir, imtiyazlı zümreler yaratır ve çökertir. Bu nedenle modernliğin tarihinin, aynı zamanda birbirinin içine geçen farklı mantıkların tarihi olduğu söylenebilir.
Örneğin kapitalizmin insanı faaliyetlerin işaretsizleştirme gücü. Var oluşsal olarak şeylerin “temsil edici (ikonik) ve etmeyici (anikonik) bir düzene kavuşmaları, yani kapitalizm çoğunlukla görünmez neden olarak işlev görür. Ön plana ideoloji çıkarılır ve topluluklar kutupsallaştırılarak bu işaretsizleştirici şiddet, eşitsizlik görünmez kılınıyordu.
Sonuçta modernleşen İslam toplumlarının seçkinleri imgeleri oryantalize eden, prototiplere dönüştüren kimlik hareketlerinin tahakkümü altında kaldılar, onların imtiyazlı iktidar ve piyasa güçleri tarafından askıya alınmasını sorun etmek yerine. Seçkinler iktidar gücünü, imtiyazlarını kullandıkları için bağımsız olamadılar. Örneğin Türkiye’de ulus-devlet projesi kültürde “Birinci Milli” ve “İkinci Milli” adı verilen kimi zaman birbirine rakip ve düşman, kimi zaman iç içe geçen iki ayrı soylulaştırıcı akımın tahakkümü altında şekillendi. Bu mimarlığı doğrudan devletin gücüne, kariyer imkanlarına bağlayan bir ilişki ve eylemlilikler biçimi yarattı.
“Batı” toplumları kültürel açıdan ileri. Bu tespitin karşısında ise İslam toplumlarının geçmişte bilim ve sanat konusunda ne kadar “ileri” olduklarını ispatlamaya çabalayan girişimleri görüyoruz. Oysa bu tespit önemli bir sınıfsal meseleye işaret ediyor ama bir çarpıtmayla.
Entelektüel dünyadaki bu karşıtlık birincisinden kurtulmaya çalışılırken ikincisine düşülen bir tuzak gibi işliyordu. Bu özcü, ötekileştirici -hatta ırkçı bile denebilir- yorumlar tespit edileni anlamayı, dönüştürmeyi engelleyici bir çarpıtmayla cevap veriyordu.
İslam toplumlarının kötü yönetilmeleri, insan haklarından mahrum kalmaları, bilim ve sanat alanında “geri” kalmaları evet sorun edilecek temel meseleler. Ancak tarihe referanslar bu meselenin İslam’a ait olmadığını yalnızca göstermekle kalmaz.
Dolayısı ile çırpındıkça daha da derinlere gömülen bu mesele “İslam dünyası”na özgü değil. Farklı da olsa, kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olmasıyla 19. yüzyılda “Batı”nın da başına gelen durum. Günümüzde “neo-liberal” adı verilen koşullarda fikir üretiminin oligarşik yapılara bağımlı hale gelmesi, şehirlerin direnç kazanmalarını engelledi. Müşterek alanlar, doğal kaynaklar, mimari değerler yağmalandı ve şehirler tahrip oldu.
İçtimai hayattaki sorunlar, siyasal tercihler, devlet gücünü, imtiyazlarını kullanan sınıflar tarafından dayatılan millici akımlar, “kendisine ait değerleri” temsil ettiğini iddia ettikçe büsbütün onları yok eden, düşünce alanını felç eden, çelişkileri örten besleme aydın sınıfı….
Bu mesele “Şark” ya da “Batı” kavramlarının birbirini tamamlayan, iç içe geçen, hatta bir kâğıdın iki yüzü gibi aynı şey olduğuna işaret ediyor olabilir: Kimliklerin kapitalist bir dönüşümle prototipler olarak icat edilmesi ve kimi zaman bir savunu, direniş biçimi gibi gözükürken bile İslam toplumlarının ellerini kollarını bağlaması… Fikir üretiminin bağımlı hale gelmesi ve siyasal veya sermaye yapılarından özerkleşmemesi…
Türkiye gibi ülkelerde eğitimli ve çağdaş gibi gözüken kimi seçkinler modernliği bir biçim sorunsalına indirgediler ve onlar da tıpkı karşıtları gibi seküler değildiler. Yaşanan çelişki tercihler ya da değerler sisteminde değildi, sınıfsaldı.
Geleneksel değerlere sahip çıktıklarını iddia edenler de kapitalizmle, onun yarattığı çelişkilerle yüzleşmek yerine, tersine hareket edebiliyorlar. İktidar temsilleriyle ortaya çıkan, yaşanan çelişkilerin üzerini örtmek gibi.
Modern sanatı, mimarlığı kapitalizmin. Sanayi devriminin yarattığı yeni koşulların doğrudan bir yansıması gibi görenler de olabilir. Burada hala bugün de anlaşılmayan mesele bu tarihin arkasında sınıfsal çelişkilerin inkarına karşı muazzam bir direniş olduğu… Kültürel kamusal alanı kapatarak imtiyazlar elde eden, kariyer yapan seçkinlerin basmakalıp, taklitçi tutumlarına, “restorasyon” adı verilen çalışmalarına, TOKİ’nin yaptırdığı toplu konutlar gibi projelere karşı mimarlığın zihin dünyasını açmak…
Kolay bir iş değil. Günümüzde modern mimarlığın, sanatın ortaya çıkışındaki sınıfsal meseleler sonradan sermayenin hayırseverlik mekanizmaları, devletler tarafından sahiplenilmesi (ehlileştirilmesi diyelim) ile örtülmüş gibi görünüyor olabilir. Sermaye sahipleri milliyetçilik ve popülizm karşısında sanat ve mimarlık, eğitim, bilimsel araştırma alanlarındaki bağımsız çalışmaları destekliyor gibi gözüküyorlar, bunların zenginlerin işi olduğunu göstermek istercesine. Ayrıca hayırseverliğin gene sınıfsal asimetrinin inkârı üzerine kurulan iktidarlarla bir uzlaşma biçimi olduğunu iddia edenler de olabilir.
Ağa Han Vakfı’nın yaptıklarının yol gösterici, zihin açıcı olduğunu söylerken, kamu programları açısından ne kadar etkili olduğunu da düşünmek anlamlı olabilir.