[6-7 Ocak 2020] Anti-emperyalizmin diktatörlükler tarafından kötüye kullanılmasına, Myanmar ve İran’dan sonra şimdi Çin’den örneklerle devam edeceğim. Fakat önce, Çin’in emperyal geleneği (ve insanlık açısından niçin bu kadar büyük bir sorun teşkil ettiği) hakkında bazı noktalara dikkat çekmek istiyorum.
W. G. (Garry) Runciman, ünlü bir tarihsel sosyolog. 1934 doğumlu, yani bugün 85 yaşında. Burada sayamayacağım kadar çok çalışması var. Gıyabî tanışıklığımız, benim kendi doktora tezimin gerek historiyografi, gerekse tarihsel sosyoloji ayaklarıyla boğuştuğum yıllara dayanır. Treatise on Social Theory’sinde [1983; Toplum Teorisi Üzerine Bir Çalışma], yorumcularından birinin (Chris Wickham) ifadesiyle, sosyal gelişmenin hem Marx’ı, hem Darwin’i olmayı denemişti. Dar ve indirgemeci bir “sınıf” terminolojisinden kaçmak istiyor; sınıf, zümre, grup, tabaka, katman vb her türlü toplum-altı yapılanmayı “sistakt” (systacts, systactic structures) kavram ve sözcükleriyle karşılamaya çalışıyordu. Confessions of a Reluctant Theorist [İsteksiz Bir Teorisyenin İtirafları] başlıklı seçme makaleler derlemesi, klasik İngiliz ampirisizmi ile arasına koyduğu ciddî mesafeyi biraz mahcup terimlerle yansıtıyordu.
Bundan birkaç yıl önce, Kopenhag’da bir atölye çalışmasındaki konuşmasını dinlemiştim. İmparatorlukların yükselişi ve çöküşünün ortak unsurlarına eğiliyordu. Burada kritik ayırım, devlet (ve devlet alanı) ile imparatorluk (ve imparatorluk alanı) arasındadır. Herhangi bir devlet, çevresine doğru genişleyerek imparatorluk olur. Bu süreçte, ister başka devlet(çik)leri, ister devlet-öncesi şeflikleri, kabilesel veya yarı-kabilesel beylikleri topraklarına katar. Böylece, (her ikisi de sabit olmayan) “devletin sınırları” ile “imparatorluğun sınırları” arasında bir kuşak oluşur. “İmparatorluk” dışa doğru büyürken “devlet” de belirli bir fasılayla onu izler. “Devlet” kendi kültür ve medeniyetini ara-kuşağa taşır. Bilinçli de olabilir, bilinçsiz de. Ama bu, (başka mecralar bir yana) medeniyetin imparatorluklar aracılığıyla (da) yayılma sürecinin bir parçasıdır.
19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında modern Yeni Emperyalizm, kendini “ilkellere uygarlık götürme misyonu” (civilizing mission) üzerinden savundu. Runciman hem bu fikrin apolojetik karakterini görüyor, hem de barındırdığı gerçek payını saptıyor. Beğenelim beğenmeyelim, emperyal bir merkezin yörüngesine çekilen dış halkalar, merkezden çok şey alır. Ara-kuşağın bir kısmı metropol medeniyetine o kadar entegre olur ki “devletleşir”; “kurucu devlet”in bir parçası haline gelir. Bir kısmı (belki en dış çeperi) o kadar asimile olmasa bile edinir, öğrenir, (önemli ölçüde bu sayede) gelişir — ve bu gelişme, sonunda başarılı isyanlarda somutlanır.
Runciman’ın açıklamalarını somutlamaya yarayabilecek üç veya dört örneği kendim seçiyorum. İlki, Ren-Tuna hattı boyunca Roma’ya komşu veya bir kısmı Roma topraklarının içindeki Germen kavimlerinin, Roma’dan kaptıkları (silâh ve zırhlar dahil) maddî kültür ve teknolojiyle, ister Roma’yla savaşarak ister Roma hizmetinde özümledikleri askerî taktik ve örgütlenme bilgisiyle, nihayet Roma’yla ticaret yapa yapa zenginleşerek geçici savaş başbuğlarından (dux) daha kalıcı krallara (rex) doğru evrilen önderlikleriyle, sonunda Roma’yı devirmeleridir.
İkincisi, Yeniçağın (Erken Modernitenin) denizaşırı imparatorluklarının, kendi çeperlerine ihraç ettikleri beyaz yerleşimcilerin bir ölçüde yerlileşerek oluşturduğu creole (veya crillo) topluluklarının, koptukları anavatana (George Washington örneğinde Büyük Britanya’ya, Simon Bolivar örneğinde İspanya’ya) başkaldırının başını çekmesidir.
Üçüncüsü, Eton ve Harrow benzeri en iyi sömürge veya yarı-sömürge okullarından, hattâ sonra belki Oxford ve Cambridge’den (ya da Sandhurst veya Saint-Cyr muadili bir Harbiye’den) yetişen yerli elitlerin, 20. yüzyılın millî kurtuluş mücadelelerine önderlik etmesidir. Bu bağlamda, dört, Mustafa Kemal ve Kemalist kadrolar da bu periferal öğrenme ve medeniyet transferi süreçlerinin bir parçasıdır. Fakat böyle böyle, (Runciman’ın ifadesiyle) imparatorluklar kendi mezar kazıcılarını yaratır.
Dolayısıyla imparatorluklar ölümlüdür; görkemli günleri er geç akşama erer. Fakat, demişti Runciman yıllar önce Kopenhag’da, bunun belki bir istisnası vardır, kendi eliyle kalkındırdığı çeperi tarafından, dıştan içe devrilmeye veya fethedilmeye olağanüstü direnç gösteren. O da Çin’dir. Çin’in sırrı, doğudan (deniz kıyısından ve iki büyük nehrin aşağı vadîlerinden) başlayıp batıya, kıtanın içerilerine doğru genişleme sürecinde, “imparatorluğun sınırları”nı “devletin sınırları”nın pek az geriden izlemesidir. Başka bir deyişle, yüzyıllar ve binyıllar boyu hep çok küçük bir ara-kuşak oluşmuş ve imparatorluğun çok büyük kısmı hızla “devlet” şeklinde çekirdeğe dahil edilmiştir.
Bunun en berrak yansıması, yüzyıllar boyu ve bugün Çin’in ulaştığı etno-lingüistik bileşimdir. 2017 rakamlarından hareketle Çin’in nüfusu 1,435 milyon (ya da 1.5 milyara yakın) tahmin ediliyor. 2010 sayımına göre bunun yüzde 91.51’ini (veya 1.3 milyar kadarını) Han Çinlileri oluşturmakta. Bu, yeryüzünün tek en büyük etnik grubudur (ve dünya nüfusunun yüzde 18 kadarını meydana getirmektedir). 5464 kilometrelik Sarı Nehir veya Huange He, (Yangtze’den sonra) Çin’in ikinci büyük akarsuyudur. Çin’in kuzeyinden geçer. Yatağının orta ve aşağı kesimlerini geniş Orta Düzlükler çevreler. Bu bölgeye yerleşen Hua ve Xia (Şia) kabileleri tarıma geçmiş ve Neolitik Çağda (bizim ders kitaplarımızın ifadesiyle, Yeni/Cilâlı Taş Çağı’nda) tek bir konfederasyonda birleşmişti. Etraflarındaki “barbar” kavimlere kıyasla “medenî” bir etnik grubu temsil ediyorlardı. İşte bu Huaxia (Huaşia) konfederasyonunun ahfadı, Çin’le ve Çin medeniyetiyle özdeşleşen Han Çinlileridir. Dahası, Güneydoğu Asya’nın Çin diasporası için de benzer bir durum söz konusudur. Tayvan’ın yüzde 95’i, Singapur’un yüzde 75’i Han Çinlisidir. Başka bir deyişle, “imparatorluk alanı”nın neredeyse tamamını hızla “devlet alanı”na dönüştüren bir tarihsel gelişme süreci, başka hemen hiçbir ülkede görülmeyen derecede baskın bir etnik çoğunluk yaratmıştır.
Yüzde yüz müdür? Hayır. Ama çok ezici boyutlardadır ve karşısında bütün azınlıkların toplamı ancak yüzde 8.49’u bulmaktadır. Bu da rejime, içeride ve dışarıda her türlü “millî mesele”nin hakkından gelmek açısından büyük bir avantaj sağlamaktadır. En basiti, Tibet veya Sinciyang gibi “özerk” bölgelerde bile Tibetliler veya Uygurlar çoğunluk değildir artık. İktidar eliyle sistematik nüfus sevki sonucu, “imparatorluğun” bu en dış kesimlerinde dahi çoğunluğun Han Çinlilerine geçmiş olması, tarihsel “devlete asimilasyon” sürecinin bugün de işlemeye devam ettiğini göstermektedir.
Neredeyse homojen diyebileceğimiz 1.5 milyar nüfus ile çok hızlı modernizasyonun ve refah yükselişinin bileşimi, komünist tek parti diktatörlüğü için fevkalâde bir maddî temeldir. Tersten söylersek, dünyanın kalanı için aynı derecede ciddî bir problemdir. Çin önümüzdeki diyelim yirmi yılda demokratikleşmezse, bunun insanlık açısından ne gibi sonuçları olur? Bugün bu herhalde önce Sinciyang’ın Müslüman Uygurlarına sorulmalıdır.