Tahran, ben bu yazı için bilgisayar başına geçtiğimde bombardımanın altıncı günündeydi. Bir gün önce Trump, ‘’Tahran’ı boşaltın,’’ diye uyarıcı bir çağrıda bulunduğu için yollara düşen Tahranlılara ilişkin görüntüler yer alıyordu sosyal medyada. Son olarak 2017’de kayınvalidemi ziyaret için Urumiye’ye gittiğimde düşmüştü Tahran’a yolum. Her zamanki gibi trafiği sıkışık bir şehirdi; geçimi sıkıntılı, havası kirli, buna rağmen parkları iç açıcı, meydanları canlı. Bu şehirde yaşarken ona yakın ev değiştirmişizdir. En uzun süreli oturduğumuz ev, Mir Damad Caddesi’nin bir sokağında, Ali Şeriati’nin sağlığında konferanslar verdiği Hüseyniye İrşad civarındaydı. Daha sonra ev sahibimiz sözleşmeyi yenilemekten uzak durunca, Molla Sadra Caddesi yakınlarında bir eve taşındık. Havası çok kirliydi bu semtin, hele kış mevsiminde maskeyle çıkıyordum sokağa. Tahran çukurda bir şehir, bir de araçlar çok eski olunca, havası yıldan yıla daha da ağırlaşıyor. Birkaç ay önce başşehrin güney sahillerine taşınması yönünde karar alındığını öğrendim, bu her şeyden önce kirli hava yüzünden çeşitli hastalıklara yakalanan şehirlilerin iyiliğine olur. Bir de tabii insanların trafikte kaybettiği vakitler var ki bu nedenle ‘’yürüyen otopark’’ diye de adlandırılırdı şehir.
Tahran’da yaşadığım ilk ev Pepsi Kola Fabrikası civarındaydı. İsim öyle kalmışsa da adı değişmişti kolanın devrimden sonra: Zemzem Kola.
O evde yaşarken Irak Şehirler Savaşı’nı başlatmıştı. Yıl 1987. Bombardıman başladığında, en yakın sığınak çok uzakta olduğundan, kucağımda bebekle gidip yığma evin merdivenlerinin altına sığınırdım. Caddeden ayetler ve mersiyeler eşliğinde şehit cenazeleri geçerdi, hüzünle kulak verirdim. Karşı komşum asker kaçağı kocasını evinde saklayan genç bir gelindi. O günlerde Yeşil Hareket’in Lideri Mir Hüseyin Musavi’nin eşi Zehra Rahneverd’le yaptığım röportajı Girişim dergisi kapaktan vermişti. Rahneverd, bir başbakanın eşi değil bir sanatçı, bir şair olarak konuşma şartıyla kabul etmişti beni ki benim niyetim de öyleydi zaten.
Şehirler Savaşı’na daha sonra eşimin şehri Urumiye’de de yakalanmıştım, yine bebekle. Kırmızı alarm verildiğinde, zemin hizasında yükselen pencerelerinin önü kum çuvallarıyla örtülen bodruma kaçıyordu ev halkı. Mum ışığında her şeyin nomalleştiğini haber veren yeni alarmı beklerken, kayınpederim Kur’an, kayınvalidem Kerbela mersiyeleri okurdu. İran’da büyük bir nüfusa sahip Azerbaycan Türkleri, izlenimlerime göre, Farslara göre daha dindardır.
Barışa erişebileceği halde savaşta ısrarının sebebi, uluslararası sistemin dışına çıkmasıydı İran’ın. Yıllar akıp giderken militer söylemlerin daha da yükselmesi sonucunu getirdi Batı’nın söz gelimi nükleer enerji konusunda öne sürdüğü çifte standarda dayalı şartlar. Fakat İran kendi içinde de vatandaşlarına yönelik öne sürdüğü rejimden yana olan/olmayan ayrımıyla başka bir yalnızlığa gömülüyordu. Devrimin şiarları ‘’İstiklal, Azadi, Cumhuri İslami’’ydi ve savaş nedeniyle ‘‘Azadi’’ şiarını iptal etmeyi sürdürdükçe de halkına yabancılaşıyordu yöneticiler. Beyin göçü, Batı’ya gitmek için komşu ülkelerdeki konsoloslukların önünde günlerce bekleyen gençler gibi sorunların yanı sıra, bir romanı yayımlansın diye on sene beklemiş Mahmut Devletabadi gibi usta yazarlar da toplumun içerisine girdiği çıkmaz üzerine düşündürürdü. 2001’de İslamiyat dergisi için kaleme aldığım İran’da Siyah Yorgunluğu başlıklı makalede çeşitli açılardan anlattığım üzere, kadınların belli bir şekilde giyinmesine yönelik kuralların etkisi pratiğe, yoldan çevirdiği gençlerin gururunu kırmakta tereddüt etmeyen sığ görüşlü memur zihniyetin iktidarı şeklinde yansıyordu.
Reformist Hatemi’nin bütün bu olanlar karşısında bir umut olarak yükseldiği 90’ların ikinci yarısındaki iyimser iklimi, devlet katmanları tarafından ansızın siyaset sahnesine sürüldüğü tarihe kadar kimsenin tanımadığı Ahmedinejat’ın popülist hükümeti takip etti. Bu dönemde Abdülkerim Suruş gibi reformist dindar entelektüeller konuşma yaptıkları salonlarda saldırılara uğramaları nedeniyle, yurt dışına gitmek zorunda kaldılar. Birçok liberal aydın Batı ajanslarına verdikleri röportajlar nedeniyle ‘’zincirleme cinayetler’’ diye bilinen meşkuk ölümlerle hayattan koparıldı. Oysa Ayetullah Mutaharri devrim sürecinde yayımlanan İslam Cumhuriyeti adlı kitabında, yeni düzenin meclisinde komünist partiye bile yer olacağını yazmıştı. Bu kitabın yayınından tam otuz yıl sonra, Ayetullah Humeyni’nin desteğiyle siyasete girmiş olan Mir Hüseyin Musavi’nin lideri olduğu reformist Yeşil Hareket şiddet yoluyla bastırılacaktı. Mutahhari devrim gerçekleştikten üç ay sonra, devrimin istikametinden saptığı inancıyla terörist eylemlere başlayan Furkan Grubu’ndan bir üyenin saldırısıyla öldürüldü. Musavi ise 2009’dan bu yana ev hapsinde bulunuyor.
Yeşil Hareket’in bastırıldığı dönemde Tabatabai Üniversitesi’nde Türk edebiyatı dersleri veriyordum, hocalığı benimsemiştim, fakat, bir yandan da artık İran’dan ayrılmamız gerektiğini biliyordum. Küçük kızım yüksek tahsilini Türkiye’de sürdürmk istiyordu. Annem ve babam yaşlanmışlardı. Yeşil Hareket susturulmuştu. Tesettür devriyeleri hâlâ kamusal alanda gencecik kızların üzerine geliyor ve güya tebliğ adına onları kişiliklerini hiçe sayarak mahcup düşürüyordu. Görüş alışverişinde bulunduğum dindar aydınlar benzeri baskıların etkisiyle rejime yabancılaştıklarını ifade ediyorlardı. Akla Aliya’nın şu sorusunu getiriyordu bu tür nihai planda insanları iki yüzlü yaşamaya zorlayan uygulamalar: ’Müslüman mı yoksa tebaa mı yetiştiriyoruz.’’
Elli yaşındaydım artık ve hep hayal ettiğim taşınmayı daha fazla geciktiremezdim. Kitap kolileriyle geldiğimiz İran’dan yine kitap kolileriyle ayrıldık.
Şüphesiz Irak tarafından başlatılan savaş devrime ilişkin ideallerin askıya alındığı bir etki oluşturmuştu İran yöneticileri arasında. Arka arkaya gelen terör olaylarında verilen büyük kayıplar ise siyasal çeşitliliğin dışlanması sonucunu vermekteydi. Nükleer enerjiye sahip olma faaliyetleri en başından beri Batı merkezlerinin denetimi altında sürüyordu. Bu merkezler İsrail’e nükleer silah yapma hakkı tanırken, İran’ın salt bu silahı yapabilecek güce eriştiği gerekçesiyle yaptırımlara uğraması, İran halkı tarafından çifte standart sayılarak sorgulanıyordu hep.
Mustafa Çamran gibi İranlı İslamcıların Filistin meselesine yönelik ilgisi, devrim öncesine dayanır. Devrim gerçekleştikten sonra da Filistin’de genişleyen işgal İran yönetiminin daimi bir meselesi olarak gündeme yerleşti.
İki yıldan beri Gazze, İsrail tarafından savaş ahlakına ve bu konudaki uluslararası hukuka özgü hiçbir kural gözetilmeksizin bombalanıyor. Bu süreçte 20 bine yakını çocuk olan 70 bin civarında Gazzeli katledildi. Okullar, hastaneler dahil kamu binaları tahrip edildi. İç meselelerine yoğunlaşmasına izin vermeyen bir dış gündem ağırlığı ise 38 yıl sonra İran’ı yeni bir şehirler savaşına maruz bıraktı. Ülkenin en iyi bildiğim şehirlerinden üçü, Tahran, İsfahan ve Tebriz bombalanırken, bu şehirlerde tanıdığım insanlara ulaşmaya çalıştım. Çoğu, bombardıman altında da olsa şehirlerinde yaşamayı sürdürüyorlardı. İran halkı dış tehdit karşısında her zaman tek vücut olur.
Nitekim, iç baskı gruplarının saldırılarına katlanamayarak ülkesini terk eden ve Amerikan üniversitelerinde akademik çalışmalarını sürdüren Abdülkerim Suruş, rejime yönelik rahatsızlıklarına rağmen İsrail saldırılarını protesto etti. Rejimden rahatsız pek çok aydının da benzeri açıklamalar yaptığını duyuyorum.
İran’da en uzun süre yaşadığım şehirdir Tahran, bombardıman başladığında önce dostlarım, öğrencilerim geldi aklıma, derken sevdiğim mekanlar. Yıllardır görmediğim öğrencim Mehdis, iş arkadaşım Leyla Hanım, eşimin ailesinin kıdemli dostları olan bir ailenin çeşitli fertleri ve özellikle de İffet, yanı sıra Şebtem, Dilek, Cevat, Şehrazat… Dünya Bülteni için söyleşi yaptığım minyatür sanatçısı Fehime Salihi Firuz, Dergah dergisi için konuştuğum Mecid Mecidi, Rahşan Beni İtimat… Kızımın yönetmen arkadaşı (Altın Lale ödüllü) Mahnaz Muhammadi…
Tahran, yaşadığım onbeş yılı aşkın süre içinde en çok Modern Sanat Galerisi’dir benim için, Ağa Han ödüllü Taş Park (Cemşidiye Parkı)tır, Kapalı Çarşı’dır, kitapseverlerin uğrağı İnkilap Meydanı’dır, civarında bulunan dört evde yaşadığım Pervaz Parkı’dır.
İsim ismi çağırıyor, mekan mekanı. İhsan Kabil Fecr Film Festivali Jürisi olarak geldiğinde buluştuğumuz Sanatçılar Kafesi, Necip Tosun ve Cemal Şakar’la gittiğimiz Derbent, rahmetli Rasim Özdenören’i götürdüğümüz izbe lokanta (önce Ağa Han ödüllü Taş Park’taki Azerbaycan lokantasına gitmeyi planlamışken, Rasim abi merdivenleri çok dik bulunca, başka bir mekan aramıştık)… Ulvi Kubilay ve Hasan Arslan’la, rahmetli İhsan Işık’la, Ümit Meriç’le, Yıldız Ramazanoğlu’yla, Nuray Mert’le, Hakan Albayrak’la, Nihat Genç’le, Ahmet Örs’le, Seyhan Büyükcoşkun’la, Ayşe Böhürler’le, Ayla Kerimoğlu’yla Siber Eraslan’la ne çok anımız var Tahran sokaklarında.
Yasemin Akkuş, Tabatabai Üniversitesi’nden akademisyen arkadaşım, şimdi Karaman Üniversitesinde hoca. Tahran bombalanırken eşimin ailesiyle ilgili endişelerle aradı beni. Sözün akışında Tahran’ın kamusal yaşantısına dair izlenimlerimizi hatırladık. Nevruz sofraları, Şebi Yelda şarkıları, mevlid merasimleri… Ortak sevinçleri olan insanlar İranlılar, bu nedenle de zor zamanlarda hemen kenetleniyorlar birbirlerine. Bunu söylediğimde, ortak hüzünler de aynı sonucu veriyor, diye belirtti Yasemin. Şüphesiz 8 yıl süren ve Saddam’ın Batı’nın belli başlı ülkelerince desteklendiği Irak Savaşı her aileyi bir şekilde etkiledi.
Peki ya Filistin ya Gazze… Kime erişti çığlıkları, neler sevindirdi onları 7 Ekim 2023’ten bu yana… Yurtlarından sürülenlerin âhına kanları karışıyor Filistin’in geleceği çocukların. Ancak İsrail de eskisi gibi manipule edemiyor toplumları. Gazze okulunun derslerinden geçti dünyamız 7 Ekim 2023’ten bu yana. Dünya sömürgeci ezberlerin dünyası değil artık.