“Bir gariplik, değişik bir şey… O biraz… Yani dikkatinizi çekecek derecede değişik birisi. Başkaları gibi bir kadın değil. Kendi kendisiyle sarmalanmış gibi… Kendi içinde taşıdığı bir dünyada kaybolmuş.
Dupduru, yeşil gözleriyle resmini yaptığı şeye bakıyor: Kara bir panter… Hayvanat Bahçesi’nde soğuk bir rüzgâr esiyor. Hava buz gibi. Kadın üşümüyor… Sanki başka bir dünyada, panterin resmini yaparken iç âlemine gömülmüş. Yeni yeni keşfetmeye başladığı bir dünyaya… Hem heyecanlı, hem de ürkek biraz. Pantere dönüşmekten korkuyor.”
“Hücre”de iki insan…
Molina üstünde çiçekli bir sabahlık, saçlarına sardığı bordo bir havluyla hücre arkadaşı Valentin’e seyrettiği filmi anlatıyor. Her ayrıntısıyla, hareketleri, mimikleriyle de canlandırarak… Hikâyesi izlediği filmin süresinden az değil. Belki daha da uzun. Yazarın, yönetmenin tahayyül ettiği o dünyayı renkli iç âlemiyle yeniden üretiyor zira.
Film ona mesafeli duran Valentin’i de içine çekiyor. Sorular soruyor, dışardaki, filmdeki o hayata, insanlara dair. Sakalında kan izi, ağır işkencelerin ardından yatağına kıvrılmış. Valentin Arregui Paz devrimci. Arjantin diktasının zulmüne, ağır işkencelerine uğrayanlardan…
Luis Alberto Molina vitrin tasarımcılığı yapan bir trans kadın. “Film anlatıcılığı” ile hemen fark edilen o rengârenk iç dünyasının yaptığı vitrinlere nasıl yansıdığını da merak ediyor insan. “Küçükleri yozlaştırma suçu” iddiasıyla cezaevinde. -Tahtaya tık tık- “Emsal olmasın!” babından varlığı kabahat, tebessümü suç esasında…
Filmlerle firar şansı
Aynı hücrede olmalarının nedeni, Molina’nın Valentin’le dostluk kurarak örgüt sırlarını öğrenmesi, hapishane müdürüne aktarması beklentisi… Muhbirliği kabul ederse serbest kalacak ve hasta annesinin yanına dönebilecek.
Molina’nın hücrenin “set”inde canlandırdığı filmlere Valentin önce “Hayat, filmlerin kadar önemsiz!” diyerek dudak bükse de Molina vaz geçmiyor: “Hücrenin kapısının anahtarları sende olmadığı sürece ben kendi yolumdan kaçacağım, teşekkür ederim.”
Molina ve Valentin’in dünya görüşleri, düşünceleri, hayatları, “kimlik”leri farklı. Ama ortak noktaları olmayan iki insan Molina’nın filmlerinde, hikâyelerde, hayatlarda bir araya geliyor, birbirini tanıyor. Dinlemek, farklı hayatlar üzerine konuşabilmek, sadece iletişimin değil ona engel “hücre”lerin de anahtarı.
“Çifte suç”la sürgün
“Örümcek Kadının Öpücüğü”, dokuz yıl önce bugün, 13 Temmuz 2016’da ölen Hector Babenco’nun büyük yankı uyandıran 1985 yapımı filmi. O yıllarda video kasetinden izlemiştik.
Babenco filmi kendisi gibi Arjantin doğumlu yazar Manuel Puig’in aynı adlı romanından uyarlamış.
Puig’in romanı ise Arjantin’de hem siyasi, hem de eşcinsellik teması nedeniyle yasaklandığı, Fransa’da basımı reddedildiği için sadece İspanya’da, 1976’da yayınlayabiliyor. Üstelik yazarı da “Katolik bir ülkede muhalif bir eşcinsel”… Yekûnu yıllarca sürgün.
“Sürgün bir ruh hali”
Hector Babenco’nun hayatı da doğuştan zor. Nazi Polonyası’ndan kaçan bir ailenin oğlu olarak 1946’da Arjantin’de doğuyor. Annesi de, babası da Yahudi. Ülke, hayat şartları, dışlanmak, ailesiyle kavgaları 18 yaşında Avrupa’ya firarının ana nedeni. Bir süre evsizlik, bir ara hapishane, gündelik işler, “Spagetti Western” filmlerinde figüranlık, restoranlarda foto-şipşaklık…
23 yaşında Brezilya vatandaşı oluyor, o ülkeye yerleşiyor. Ama orada da dışlanıyor: “Sürgün bir ruh hali… Brezilya’nın beni kabul etmediğini veya kendimi Brezilyalı kabul etmediğimi hissediyorum. Arjantinliler benim Brezilyalı olduğumu düşünüyor, Brezilyalılar benim Arjantinli olduğumu…” (Anna Marie de la Fuente, 16 Aralık 2020, Variety.)
“Dışlanmışlar”ı sevmek
Ardından sinema dünyası… Yaşadığı zorlu hayatından kesitler, “dışardakiler” filmlerinin de dünyası. Uluslararası ilgi uyandıran ikinci filmi (1981) “Pixote” de öyle. Filmin alt başlığı “A Lei Do Mais Fraco ( En Zayıfların Yasası )”. “En Güçsüzün Yaşam Savaşı” olarak Türkçe’ye çevriliyor.
Filmin ilk sahnesine “karakol”daki siyah beyaz televizyondan korkunç bir şiddet sahnesini izleyen sokak çocuklarını görüyoruz. Bir cinayetin ardından “hepsini toplamışlar”. Yine… En acımasız hayat koşullarını, yoksulluğu, hapishaneleri, şiddeti, evsiz iki sokak çocuğunun siluetinde izliyoruz. “Simbiyotik bir cinsel birlik” de yaşayan iki erkek çocuğunun “hayatta kalabilme” mücadelesi, sokak kadınları, trans kadınlar, baskılar, taciz ve tecavüzlerle de çevrili.
Babenco bir söyleşide “dışlanmışlar”a olan ilgisini şu sözlerle özetliyor: “Onların bu gezegende yaşayan diğer tüm insanlardan daha çok Tanrı’ya yakın olduğunu söyleyebiliriz; ayrıca dışlanmışların sürekli ölüme kur yapan insanlar olduğunu da söyleyebiliriz. Dışlanmışları seviyorum diyebiliriz.”
“İltihaplı önyargılar” ve şok
Babenco’nun “Pixote”a gösterilen ilgiden beş yıl sonra, 1985’de gösterime giren “Örümcek Kadının Öpücüğü”ne ise tepkiler daha farklı. Tepkileri 1985’de Rock Hudson’ın AIDS’ten ölmesiyle kopan fırtına da sertleştiriyor. “İltihaplı önyargılar” sarıyor her yanı. Her ülkeden seyircinin karizma kahramanı meğer…
Kadın hayranların hayal kırıklığına bir zamanlar o aktörü andırdığı için koltukları kabaran erkeklerin şoku da ekleniyor belki. Öyle ki o “şok” çifte cinayetle 1995’de Türkiye’de manşetlerde, herkesin dilinde! O günden 26 yıl sonra, 9 Ocak 2021’de Sözcü Gazetesi’nden, Taşkın Su’nun ayrıntılı haberinden de okuyorum:
“Hafızalardan silinmeyen çifte cinayet! Biri size Rock Hudson derse…” Haberin spotu “Kendisini AIDS’ten ölen eşcinsel aktör Rock Hudson’a benzeten iki arkadaşını gözünü kırpmadan öldürdü”.
Meyhanede çifte cinayet

Kurtuluş’ta bir meyhaneye oturan üç arkadaş öğle saatlerinde içmeye başlıyor. Gerisini Komiser Mesut Demirbilek anlatıyor: “Güzel güzel sohbet ederlerken müflis konfeksiyoncu İshak Benlioğlu’nu bir arkadaşı aktör Rock Hudson’a benzetiyor. O da ‘Vay efendim, siz bana nasıl i…. dersiniz’ diye çekmiş belindeki silahı ve her ikisini de oturdukları yerde vurmuş.
Arkadaşlarını vurduktan sonra Benlioğlu silahı şakağına dayıyor, o sürecin görüntüleri ekranlara da yansıyor. Belki cinayetin bahanesi “meşru” sayıldığı için uzun süre meyhanedeki patronun masasında oturuyor, “cigar”ını tüttürüyor, rakısını yudumluyor, kameralara konuşuyor.
“Hafif tahrik”ten indirim
Önce karakola sonra alkol muayenesine götürüyorlar, yüzde 130 alkollü… Adliye’de gazetecilere açıklama yapmasına izin verilen katil hâlâ ayılamamış. Dudaklarından şu cümleler dökülüyor:
“Çok karıştırdık. Hatırlamıyorum birçok şeyi. Attıkları kazık… Affedersiniz masada bilmem ne yaptılar. Kadınların önünde homo diye alay ettiler. Aklım ayıkmaya başlıyor. Çok pişmanım. Şekerim var tansiyonum var keşke ölsem de kurtulsam.”
Benlioğlu idama sonra da müebbet hapse mahkûm oluyor. Yargıtay ‘hafif tahrik’ sayarak 30 yıl ağır hapis cezasında karar kılıyor. Cezaevinde önce Müslüman sonra sünnet oluyor, ardından “Rahşan Affı” ile dışarda. Ama kısa süre sonra ölüyor.
“Otorite”ye gerçeği söylemek
Babenco’nun tartışılan filmi Akademi Ödülleri’nde aday gösterilen ilk bağımsız film. En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Uyarlama Senaryo dallarında aday. William Hurt “En İyi Erkek Oyuncu Oscar”ını kazanıyor. Birçok film festivalinde de aday.
Molina’yı canlandıran Hurt yaptığı konuşmada filmin “hayatının en gurur verici işlerinden biri” olduğunu vurguluyor: “Sadece eşcinsel hakları hakkında değil, aynı zamanda kadın ve erkek ilişkileri, cesaretin doğası ve sizden çok daha büyük bir güce gerçeği söylemenin ne anlama geldiği hakkında da söyleyecek bir şeyimiz vardı.”
Ölümü çoktan yaşamak

O günlerde Babenco’ya lenf kanseri teşhisi konuyor. 38 yaşında… “Ne kadar, nasıl yaşayacağına dair kasvetli tıbbi tahminler”e rağmen 70 yaşında ölene kadar onunla da mücadele ediyor.
Kendi deyimiyle sinema onu ayakta tutan en etkili ilacı… Son filmi “Hindu Arkadaşım”da (2016) Willem Dafoe’nun canlandırdığı ölümcül kanser hastası yönetmene doktorunun söylediği gibi: “Gerçekleştirecek bir hayali olanların hayatta kalma şansı daha yüksektir.”
Aynı filmde rol alan Brezilyalı oyuncu, yönetmen Barbara Paz’la aralarında sıkı bir dostluk, birliktelik başlıyor. Fazla zamanı kalmadığında Paz’a söylediği sözler ise bir başka filmin tohumu: “Ölümümü çoktan yaşadım ve şimdi geriye sadece bunun hakkında bir film yapmak kaldı.” Paz’ın yapımcılığını, yönetmenliğini yaptığı uzun metrajlı ilk filmi “Babenco: Tell Me When I Die” belgeseli ölümünden üç yıl sonra gösterime giriyor.
Siyah beyaz hafıza
Paz Babenco’yu şöyle anlatıyor: “Harika bir hikâye anlatıcısıydı. FLIP’te (Paraty Uluslararası Edebiyat Festivali) tanıştık. Arkadaşlarının yanındaydı, Western filmlerde figüran olduğu zamanları, İspanya’da tutuklandığı zamanları anlatıyordu… Puro içip şarabını yudumlayan o adama âşık oldum.
Filmi siyah beyaz yapmak, o hala hayattayken birlikte aldığımız bir karardı. Ben her zaman siyah beyaz bir film yapmak istemiştim ve Héctor da ‘anılarının, hafızasının siyah beyaz olduğunu’ söylerdi. Başlıca film referansları, gördüğü ilk sinematik imgelerden biri olan ve onu sonsuza dek etkileyen siyah beyaz filmlerdi: Jules ve Jim…”
Renkleri canlandırabilmek
Siyah beyaz filmlerin yeri bende de ayrı bazen. Kuşak gereği çok izlememizden kaynaklanan bir esneklik ya da “nostalji keyfi” filan değil sadece. Mesela “Truffaut’nun 400 Darbe filmi iyi ki siyah beyaz” babından bir hissiyat da…
Ötesi… O siyah beyaz filmlerdeki renkleri canlandırabilmek… Kapkara gözüken bir pelerinin aslında koyu kırmızı, mavisi kahverenginin tonlarıyla çoktan yitmiş bir denizin duru lacivert olduğunu hayal etme şansı belki. Hatta eski fotoğraflara negatifinden bakarken, bir karedeki en açık kalanların kopkoyu, siyah, en karanlık alanların/nesnelerin ise açık göründüğünü bilmek gibi bazen.
“Beni yapmak, olmak istemediklerim yoruyor”

Filmin ilk sahnesinde bir duvarın yanında üstü örtülü bir çöp, belki bir moloz yığını görünüyor. Rüzgâr gazete kâğıtlarını, örtüyü uçurmaya başlayınca yığın da hareket ediyor; bir insan! Evsiz… Alkolik; sendeleyen adımlarının ardında ağır yaralı bir geçmiş var.
Babenco’nun 1987’de gösterime giren “Ironweed” filminde o “yığın”ı Jack Nicholson, can yoldaşını ise Meryl Streep canlandırıyor. Sürpriz oyuncu Tom Waits. Bir şarkısında kendini sokak, “yağmur köpeği” olarak tanımlayan müzisyen.
Onlar da “dışardakiler”den… Aynı yıl Charles Bukowski’nin senaryosundan, hayatından kesitlerle Barbet Schroider’in “Barfly (Bar Kuşu)” da vizyona giriyor. İki film “alkol” ekseninde benzetilse de, hatta bugün “RTÜK mozaiği”yle “iyice benzetilse” de aynı değil. Zira orada böyle bir hayata karşı “dışlanmışlar”ın kendince bir tür özgürlüğü, öyle bir “cehennet”i tercih etmesi, “normlara bağlı yaşamayı” reddetmesi de seziliyor:
“Bu herkesin bir şeyler yapması gereken bir dünya. Bilirsin, birileri herkesin bir şeyler yapması gerektiği, bir şey olması gerektiği kuralını koymuş. Ben yapmak istediklerimden çok yapmak istemediğim şeyleri düşünmekten yoruluyorum. Olmak istemediğim tüm şeyleri…”
YAZI FOTOĞRAFI: Willam Hurt Raul Julia…Julia 1994’de 54 yaşında veda ediyor hayata.